Yadırgak Patlıcan

Yadırgak Patlıcan

Bilmediğin kelime ve kalıpları oraya buraya serpiştirmek, çocuklar yapınca eğlenceli oluyor. Yetişkin bünyeler yaptığında ise utanacağın anılar biriktirmekten başka bir işe yaramıyor. Yapmayın annem, yapmayın kuzum!

Kelimeleri beğeniyorsan ve fakat sözlük açıp bakmaya üşenen bir bünyeye sahipsen, hiç kullanma demiyorum. Hobi olarak yine cümle içinde kullan, lakin bunu topluma açık mecralarda yapma gözünü seveyim.

Peki ben bu konuda bilirkişi miyim? Yooo…

Hiç komik duruma düşmedim mi? Bittabi düştüm!

Hepsini paylaşıp, utanç verici anılarımı topluma açmak gibi bir düşünceye sahip olmasam da, aklıma geldikçe güldüğümü paylaşmamda bir sakınca yok. Üstelik ana dilimde utanmadım.

Böyle bir anım Farsça ile ilgili var.

Farsça bazı kelimelerin kulağa hoş geldiğini düşünürüm hep. Azeri kelimelerde de şiirsel hitaplar vardır. Hani bizim Doğu yörelerimizde de rast gelebildiğiniz türden; sevdiceğin, evladın sana seslendiğinde Caaaaannnn… denir mesela. “Efendim?” gibi bir yanıt.

Neyse işte, ilk ve son kez İran’a gittiğimde de Azeri Türkçesi, Farsça ve İngilizce karışık giden bir yemekli görüşme esnasında badem can diye bir ifade duymuştum. Babamın evlat sevgisi çok kabardığı ve normalde sıkıcılık seviyesinde ve karşısındakine öz güven eksikliği yaşatacak kadar düzgün olan Türkçe’sinin değiştiği zamanlarda, yüreğinden kopup gelen Caaaannn ifadesine benzediğinden, havada kaptım ifadeyi. Çok sevdim ve kullanayım istedim.

Seyahat dönüşü, o zamanlar 3-4 yaşlarında olan oğluma kavuştuğumda birkaç hafta süresince ona badem caaan diye seslenir oldum.

O kadar içten diyorum ki Babamın dile gelmiş yüreği benim Badem Caaaannnn diye uzatıp, kendimce muhteşem vurguladığım hitabımda artarak vücut buluyor. Yavrum da benim bu heyecanlı seslenişime kocaman gülümsemelerle karşılık veriyor tabii. İçim yarılıp, sevgim akıyor çünkü dudaklarımdan.

Aşırdığım ifade ile ikimiz de çok mutluyuz çokkk!

Sonunda akıl edip, İranlı arkadaşa bu ifadenin tam karşılığını sorduğumda patlıcan olduğunu öğrendim. Dudaklarımdan yol bulup dışarı akan evlat sevgim değil, kabzımal lügatıymış meğer.

Bir daha kullanmadım. Yüreğim çok taşarsa “Caaaaannnn” diyorum babam gibi.

Benim için neşeli bir anı, bak utanmıyorum buraya yazarken. Sevgimi ifade etmek için yeni kelimeler, yollar aramışım. İyi niyetimden kurtarıyorum.

Bir de olduğundan daha entelektüel görünmek için kullananlar var ki; üzülüyor insan. Bazı durumlarda ise amaç, öyle zırvalayayım ki karşımdaki ne dediğimi anlamasın ve ikna olsun, oluyor.  Onlara zaten diyecek söz yok.

Şimdi yeni bir çeşit daha türedi. Sosyal medya gündeminde denk gelenleriniz vardır belki. Iftira atmak üzere kurguladığın karakteri konuşturmak için yapılan troll paylaşımlardan bahsediyorum.

Yapmayın annem, yapmayın kuzum!

Laik ve Seküler olmanın, arka fonda müzik ve şarap ile sağlandığına inananlar olduğunu düşünmek başka, bunu dile getirmek ve hatta bu konuda montajlar yapmak başka şey.

Troll olayım derken role kendini kaptırıp “buna uymazsan seni de yadırgarım” diyerek; yadırgama mefhumunun bir politik duruş, bir protesto şekli olduğuna inanacak kafaya nasıl geldin, onu da bir izah ediver.

Asıl yadırganacak durum, bilmediğini de bilmemek (bkz doğru yerde kullandım)

Kıyağım olsun, ben uydurayım şimdi.

Bundan böyle bilmediğini bilmeyenleri yadırgayacağıma, patlıcan sevmeyenler de olduğu gerçeğini yadsımayacağıma, bu sözlerimi kanıksayacağıma ant içerim!

Oldu mu? Olmadıysa yadırgayıverirsin.

Ne vakittir dememişim, bir uyarayım. Sakal bıyık tıraşınıza gereken ihtimamı (bkz. TDK ihtimam sözlük anlamı) gösterin sevgili dostlar.

Paris’e Varamadım Santrifüj Yapamadım

Paris’e Varamadım Santrifüj Yapamadım

1975’te Dadaş Diyarı’nda Moulin Rouge olabiliyorsa 1997-2001 arası yıllarda, daha batıdaki bir büyük şehirde neden olmasındı ki? Başladım aramaya kendi Moulin Rouge’umu. Sene 1997, şehir Bursa. Bulduğum cafe’nin adı Mağara Inn. Bırak 1975’in Moulin Rouge’unu, daha Fransız İhtilali’ne bile varamamışım!

Annemle babam, üniversitede tanışma hikayelerini “Bizim zamanımızda kantinler bile ilim irfan yuvasıydı” diye havalı anekdotlarla anlatırlardı. Moulin Rouge Kafe’de kitaplar okunur, çok dolu sohbetler yaparlarmış filan. Bu anlatılanlar 1970’lerin Erzurum’unda geçiyor😊. Kendi adıma Erzurum’un o yıllardaki halinde, Paris esintili kafe ismini yadırgamakla birlikte ortamın da abartıldığı ve “bak kızım, üniversitede sağa sola alıcı gözle bakma, varsa yoksa ilim irfanla uğraş” mealinde yönlendirmeler olduğunu düşünüyorum.

Yine de işime gelen kısmını hayallerime malzeme yapmışlığım vardır. Hayallerimde canlanan havalı isimli o kafelerde, Tolstoy mu Dostoyevski mi tartışan; benim havalı kütüphanemden ve yeri geldiğinde, bir yazarı heyecanla savunan veya duruma göre yeren bünyeme hasta kalacak arkadaşlar -mümkünse en yakışıklılarından elbette- hayal ederdim. Sene 1975 Dadaş Diyarı’nda Moulin Rouge olabiliyorsa 1997-2001 arası yıllarda, daha batıdaki bir büyük şehirde neden olmasındı ki?

İşte bu hülyalarla girdim sınava. Hayaller İstanbul, Ankara ve belki İzmir’de bir Üniversite iken oralarda istediğim bölüme nefesim yetmeyince, Bursa’da okumak kısmet oldu.

Kamu Spotumsu çıkarımım: Moulin Rouge ve biscolata bünyeli arkadaşlarla ilgili hayallere daha az zaman ayırıp, daha fazla ders çalışmak lazımmış demek ki.  

Büyük şehir, köklü üniversite diye motive olarak dedim ki; ben de anı biriktireceğim, ileride de çocuklarıma anlatacağım “Ahhh Ahh bizim zamanımızda kafeler, kantinler ilim irfan yuvasıydı evladım. O sosyal aktiviteden bir diğerine koşardık”

Hayalimdeki çocuklarıma kuracağım cümlelerimi hazırlamış olarak vardım fakülteye. Gerçekler hayallerimden çoook uzaktı oysa. Değil sosyal aktiviteye gitmek, bir fakültedeki dersten, bir diğerinde verilene yetişmek için dilim dışarıda tepeyi aşmak için koştururken buldum kendimi. Uydurmuş olmayayım, bazen hava çok soğuksa, minibüse indi-bindi ücreti verip giderdik. Mesafe öyle bir mesafe, yan binaya geçiyorduk sanılmasın. Hayatın her döneminde spora mesafeli olan bünyemi bu koşuşturma çok yordu.

Hatta ve hatta, bu kadar koşuşturma, tırmanma yaptığımıza göre diplomanın yanı sıra tezkere bile verirler diye ümitliydim.

Hayatım boyunca trekkinge para vermedim. Zamanında 3 sene (son sene tüm dersler kendi bölümümüz bünyesinde tek binada yapılır oldu şükür) üstüne burs da alarak yaptığım bir aktiviteye neden para vereyim arkadaş?

Başladım aramaya kendi Moulin Rouge’umu. Sene 1997, şehir Bursa. Benim bulduğum cafe’nin adı ne peki? Mağara Inn. İnsanlığın gelişimine ters yönde ilerleyen bir durum söz konusu, bırak 1975’in Moulin Rouge’unu, daha Fransız İhtilali’ne bile varamamışım! Yanlış hatırlamıyorsam Heykel istikametine doğru çıkarken meşhur yokuşlu caddelerden birinde sağda bir tepenin içerisindeki bir taş oyuğunu, kafeye çevirmişlerdi. İçine 2 sedir ve üç adet -illa ki kırmızısı yoğun- kilim, ortaya kütük üstüne sinide bakır kap konularak yapılmış, olmazsa olmaz dekorasyonlu bir yer. O kadar loş ki; değil kitap okumayı, burnunu düşürsen bulamaz, hayatına 4 duyu ile devam edersin. Mağarada darlandım, dışarıda oturayım dersen, küçük ön bahçesinde taş zemin üzerinde 3 masa var. Bu kısım Fransız ihtilaline ilaveten sanayi devrimini de görmüş geçirmiş, hatta teknoloji o kadar ilerlemiş ki plastik icat olunmuş, masa sandalye plastikten mamül, 3 metre yanından da belediye otobüsleri geçiyor. Velhasılı kelam, aradığım irfan yuvası değildi.

Vazgeçmedim, dedim derslerde bir Moulin Rouge havası yakalanır. Çünkü ebeveynlerimin “Kafelerde kitaplar okunur, tartışılırdı” minvalindeki girizgahlarından sonraki cümleleri genelde -hocalarıyla arkadaş gibi oldukları ve hayata dair pek çok aydınlanmayı kendilerine borçlu oldukları- şeklinde devam ederdi. Dolayısıyla hayalimde, pipolu ve illa ki keçi sakallı akademisyenler şöyle diyordu “Gençler; bilgi ulaşmak isteyene her daim yakındır. Bilimi sadece ders kitaplarında aramayın. İlgisi olan zaten okur öğrenir; gelin biz  Fransız sinemasından bahsedelim biraz, hatta bakın biscolata erkeği bu arkadaşımız size çekimlerde tanıştığı farklı coğrafyalardan insanların gıda saklama yöntemlerini konu edinen bilimsel tezini, tişörtsüz olarak anlatsın”

“Bu ne” deme! Bahsetmek istediğim kavramların altını çiziyorum bak. Yapabiliyorsan sen daha anlamlı bir paragraf yaz.

  1. Biscolata erkeği (mümkünse tişörtsüz)
  2. Tarihte Gıda saklama yöntemleri
  3. Nezih Akademik Ortam ve kitapları ezberletmeyen -gerçek hayat dışarıda gençler- mottolu bir Akademisyen
  4. Moulin Rouge veya o ayarda Fransız esintileri taşıyan ortam

Hadi buyur😊

Hocalarımız sağ olsunlar, alanlarında gayet başarılılardı. Kendilerine tek kırgınlığım biri de sınıfa ya da laboratuvara biscolata erkeği getirmedi ki bize tez çalışması ile feyz versin😊

Hayallerimdeki Fransız esintili kurgulara en çok yaklaştığım an, derslerde santrifüj tekniğinin anlatılmaya başladığı yıldı. Çok heyecanlandım elbette. Santrifüj, seperasyon, spektrum….. Ohh dedim ohhh. Tabii ki 1. Sınıf çömezleri bistrolarda bir eli cebinde dünya edebiyatının tartışıldığı, sanat tarihinden örnekler verilen görüşmelere almıyorlardır. 2. Sınıfa gelince girizgahı yapıyorlar.

Şimdi bu satırları yazarken geriye dönüp okuduğumda, fark ediyorum ki galiba ben Gıda Mühendisi olmamalıymışım. Fakülteden beklentilerimin, alandan ne kadar uzak olduğuna bakınca; teknik resim dersini bütünlemede zorla geçebilmiş olmam gayet normal. Hatta ve hatta, bu satırları o zaman yazmış olsaydım, bütünlemede bile geçmememi sağlamaları gerekirmiş.

Santrifüj Kelime anlamı: Fransızca centrifuge 1. Sıfat, fizik Merkezkaç ; 2. İsim Merkezkaç kuvvetten yararlanarak bir karışımın taşıdığı çökebilir ögeleri ayırıp çöktürmekte kullanılan laboratuvar aleti, santrifüjör. …….. (bkz TDK Sözlük)

Tamam, güzel de; benim beklentim bu değil. İstiyorum ki tatilde eve gidince hava atayım bizimkilere, dersler su gibi akıp gidiyor, kalan zamanlarımızda hep santrifüj, hep seperasyon….

Yutturamayacağımı ve hatta “ah ben buna hamileyken folik asit alamadım ondan böyle alık oldu bu” diye Rahmetli Annemi kedere gark edeceğimi kestirerek, bu cümleleri kurmadım. Hayallerimdeki ilim irfan yuvası kantinlere ulaşamamamın acısını, böğrüme gömüp, yoluma devam ettim. Az buçuk form tuttum, diplomamı aldım, tezkere sordum yüzüme boş baktılar, döndüm geldim.

(Allah’ım n’oluuur diplomamı geri almasınlar! Amin)

Bu yazının amacı ne mi? Benim ergenlik yıllarımda kurduğum muhteşem saçma hayallerimin, bu alanda da gerçek hayatla örtüşmediğinin tespiti dışında bir amacı, sonucu faydası yok.

Buraya kadar okuduysanız, size ne faydası var peki? Çok faydalı diyemem. Lakin, en azından iki yerde tebessüm edip, kendi gençliğinin hayallerinin kaçı gerçek olmuş, kaçı “iyi ki gerçekleşmemiş” diye birkaç dakika gökyüzüne ya da dümdüz tavana bakıp düşünmene vesile olduysa ne ala.

Sağlık, neşe, mutluluk ve iç huzuruyla kalın.

Seni Seçtik Pikaçu

Seni Seçtik Pikaçu

Hadi oynayalım biraz. 3 Dilek hakkı veren cin bizim karşımıza çıktı. Gerçekten çok fazla şeyi değiştirir miydik hayatımızda? Yoksa konformist yaklaşımla yine bildiğimiz yolda mı ilerlerdik?

Sayın Kaptan’a hayattaki seçimlerimiz bizim seçimlerimiz mi konusunda paylaşımlara söz verdim. Kendisinin de katkıları olacak, beklentim yüksek:) İtirazlarını çatır çatır yazıp, beni ters köşeye düşüreceğini bile bile riske girdim. Sizlerin de katılımı olursa tadından yenmez.
Başlamadan önce kısacık bir paragrafı paylaşacağım ki heveslendiğim küçük oyunu beraber oynayabilelim. Irvin D. Yalom’un “Nietzsche Ağladığında” kitabında Dr. Breuer’in Nietzsche ile yaptığı görüşmelerden birinde verdiği bir örnekle başlayalım. Önemli entellektüel karakterlerin bir araya getirildiği romanın, o bölümünü hatırlayalım, sonra sahne hepimizin.
[Dr Breuer Nietzsche’ye der ki “geçen gün tam da bir romana konu olacak bir hikaye geldi aklıma. Keşke yazabilsem! Şunu bir düşünün: Tatmin olmadığı bir yaşam süren orta yaşlı bir adamın karşısına bir cin çıkıverir ve ona yeniden başlama fırsatı verir; üstelik bir önceki yaşamında yaptıklarını olduğu gibi hatırlayabilecektir de. Tabii, adam bu fırsatın üstüne atlar. Ama sonunda şaşkınlık ve korkuyla ifade eder ki eski yaşamının tıpkısını yaşamaktadır; aynı seçimleri yapmakta, aynı yanlışları tekrarlamakta ve aynı sahte hedeflere ve Tanrılara sarılmaktadır.” ] (Nietzsche Ağladığında- Irvin D. Yalom)
Bu hikayede benim en önemli bulduğum kısım önceki yaşamımızın tamamını hatırlıyor olacağımız. Hadi oynayalım. Bu şartlarla cin bizim karşımıza çıktı. Gerçekten çok fazla şeyi değiştirir miydik hayatımızda? Ölümler, hastalıkları kastetmiyorum. Bazı oluşları değiştiremeyiz ama mücadele şeklimizi gerçekten değiştirir miydik? Yoksa konformist yaklaşımla yine bildiğimiz yolda mı ilerlerdik. Ben bazı örnekleri paylaştım. Elbette konu uzun. Sadece aklıma gelen birkaç örnekten fikrimi açıkladım. Seçimlerimizi biz yapıyoruz. Hepimiz, “Seni Seçtim Pikaçuuuu” diye haykırıyoruz.
Yorumları, itirazları, başka başka örnekleri yorumlara yazarsanız daha da keyifli olur.
1) Hep ben kurban, ailem çevrem beni harcadı ağlaklığı: Ama ben seçmedim … yı ailem/çevrem yönlendirdi dediğimiz, kendimizi temize çekme savlarımızı düşünelim. Şahsi fikrim, seçimler yine bize ait. Neden mi? Çevresine ailesine rağmen sıyrılmış, farklı yönler çizmiş nice insan var. Başaranlar başarı hikayesi olarak sosyal medyada paylaşımlarla alkış alırken daha yolun başında olan ve belki de şu an bile çevremizde olan kişileri aynı şekilde alkışlamıyoruz. Sürüden ayrılan birçok kişiyi “bu kadar da aykırılık olmaz” diye günlük gıybet kotasına malzeme yapıyoruz. Neden? Sürüye uyup konformist seçim yapmadıkları için. Kısacası ailemiz çevremiz bizi yalnız bırakmasın diye yine seçimi yapan bizleriz. Kısacası seçim bir başka seçimi daha gerektiriyorsa o cesareti gösteremiyoruz. (Bu kadar yazacağıma sadece bu cümleyi yazsam daha kısa ve öz olacaktı ama malum, duramıyorum:) )
2) Melankoliden beslenme psikolojisi. Bunu okuyunca hepimiz olumsuz bir mana yüklemesi yapıyoruz. Teoride zehir gibiyiz yani. Lakin yaşarken uygulamada nedense aynı tavrı sergileyemiyoruz. Hep bir pişmanlık, eskiye olan özlem, şimdi olsa … yaparım gibi beylik laflar. Ah ah o yıllarda bıdı bıdı lakırtıları. Ya bırak. Anda kal.
– Onu tanıdığım güne lanet olsun. Hadi ya? Niye ki? Orda onu tanımasaydın sonrakinin kıymetini nasıl anlayacaktın acaba?
– Şimdiki aklım olsa …… mesleğini seçerdim. Yeterince istememişsin demek ki. Seçseydin. Ya da hala seçebilirsin. Dr Breuer mesela. Keşke yazabilsem diyor. Yazmaması için bir sebep yok. Karşısındaki adam, okuyucusu o dönemde olmamasına rağmen kitaplar yazmaktan vazgeçmeyen ve o dönemde anlaşılmayacağını bile bile bunu yapmaya devam eden Nietzsche.
Uzatıyorum yine ama hep geç kaldım yoksa fikirler zehir bende diyoruz yani. Yok öyle kaçamak. Seç işte. Şu dakikadan sonrasının sorumluluğunu al ya da sızlanma.

3) “Ekipte vizyon yok” İş hayatından en sevdiğim örnekler arasındadır. -Ben seçtim hedeflerimi de ekipte o vizyon yok. Ekip hayal gücünden yoksun. O yok; bu yok.- Bak bunu hepimiz yapıyoruz. Peki buna neye itiraz ettin diyeceksiniz. Ederim elbette. İş hayatının önemli kurallarından biri de kaynakların kullanımı değil mi? Kısacası kaynaklarını tanımak, gerekiyorsa arttırmak geliştirmek ve verimli kullanmaktır mevzuu. İnsan kaynağın uygun değilse
– Yanlış kaynaklara yatırım yapıyorsun.
– Yanlış hedefler peşindesin.
– Kaynakları ben yaratmıyorum, yönetim veriyor diyorsak ne olacak peki? O zaman vizyonsuzlarrrr, eziklerrrr diye ekibini yerden yere vuracağına “ekibimin nitelikleri bunlar. Verimli çalışacakları hedefler bunlar. Bu hedefi de istiyorum bana bunlar için kaynak bütçesi ver. Vermiyorsan bu mevzuyu burda kapatalım kuzum. Yoksa her hafta 1 saati burada ekibi gömüp sızlanmaya harcamayalım.” deme cesaretini göstersek nasıl olur?

Kısacası sızlanmaktan vazgeçmeyi öğrenebilsek, insanoğlu olarak daha huzurlu olurduk. Bak okurken bile bir oh çekmedin mi?

Sızlanmak, ruha takılan prangadır.

Ruhu, zihni ve bedeni ağırlaştırır. Bataklıkta çırpınmaya benzer. Sızlandıkça dibe batarsın. Sızlanma! Varsa yapacağın bir şey yap, yoksa oku kendine bir Fatiha, en dibine bat gitsin.
Konu uzun da ben kendi fikrimi paylaştım. Sıra sizde sevgili okurlar. Hadi bakalım oynayalım. Cin çıktı. Yeniden başladın, her şeyi de hatırlıyorsun. Yeniden yaşıyorsun. 

Sence sonuç ne olurdu?

Hayırsız Kupa Valesi

Hayırsız Kupa Valesi

Lise yıllarını iskambil kartlarından kupa valesine aşk falı açarak harcamış bünyemle, şimdi otopark ararken “VALE” tabelası gördüğümde fena bozuluyorum. “Değnekçi” yaz. Hatta “deynekçi” yaz. Neden VALE? 

Bu otopark işleri de ülkemin nadide bölgeleri arasından bazılarında meşhurmuş. İstanbul’un belli bir bölgesinde bir yerde otopark işi yapabilmen için nüfus kütüğünde yazan yer önemliymiş. Meali şu: mafyası varmış işte… Ben bilmem, söyleyenlerin yalancısıyım.

Mesela bir bölge Malatyalı otoparkçılara diğer bir bölge Karadenizlilere aitmiş. Kısacası bölge-bölge paylaşılmış. Bölgeleri attım şu an. Otopark sektörüne hakim değilim. Sektörün kralı Karslılar ise, adımız geçmedi diye alınmasınlar lütfen.

Hayal ettim istişare toplantısını. Kelli felli adamlar, ellerinde tesbih, bellerinde beylik tabancaları harita üzerine eğilmiş paylaşım yapıyorlar. Maça Ağa’sı diyor ki bu bölge benim. Karadenizli baba diyor ki “Olmaz. Orası Aslı’ya yakın. Senelerce kupa valesine fal açtı. Bir hukukumuz, gönül bağımız var. Benim olacak oralar!

Hayır en kötüsü de arabayı teslim ederken para alıyor vicdansızlar. Gençliğimi sana ve iskambil kartlarına verdim diye haykırmak istiyorum. Bazı bölgelerin tarifesi de yüksek. “20 TL ablacım” diyeni var. 10 TL’ye abla tamam da, 20 ye bari “hanımefendi” de, hatta “Hanfendi” de, ona da razıyım.

Ya da yap bir abonman paket bana. Yıllık aidatı neyse vereyim.

Yalnızzz o zaman “Sultanım Hoş geldin”, “Majesteleri güle güle” şeklinde muamele isterim.

Son olarak aşkı fallarda arayan genç bünyelere önerimdir: Üzülmeyin kupası, maçası, sineği, karosu; fal niye açmadı diye. Şanslıysan, zamanı gelince o destede jokeri buluyorsun:)
Allah bahtınızı açık etsin.

Projenin Hası, Kadının Ütopyası

Projenin Hası, Kadının Ütopyası

Daha önce yazmıştım. Yine tekrarlamak istedim. Malum, sayımız artıyor ama belki geriye dönük yazılarımdan okumamış olduklarınız vardır (duymamış olayım! Evlerden ırak) diye geri dönüşüm yapayım istedim.

Bence biz boşuna yanlış yerlere yatırım yapıyoruz ülke olarak. Ben çözdüm bile. Türk Dil Kurumu meseleye el atacak arkadaş. Vursun masaya yumruğu (alışığız biz millet olarak).
Sevgili TDK, diyecek ki bundan kelli cümlelere Kadın veya Erkek gibi ayrımcılığı destekleyen, özendiren, etiketleyen özneler koyulması yasaklanmıştır. Kanuna karşı gelen, bu cümleleri kuran, kurduran, azmettiren ya da özendiren kişi ve kişiler hakkında bilmem kaçın bilmem kaçıncı bendi uyarınca temyiz hakkı da bulunmaksızın, taksim meydanında sallandırılmak suretiyle cezai işlem uygulanacaktır.
Yaaa işte bu. Sözde ayrımcılığı bitirirsen özde de bitecek. Ayrımcılığın bittiği, herkesin birbirine insan olarak baktığı yerde de muhteşem sonuçlar bizi bekliyor olacak.
Devrin projesine imza attım şu an, haberin yok. Şimdi gülüyorsun bıyık altından. Ucu nerelere dokunuyor hayal edemiyorsun da ondan. Proje çıktıları şöyle olacak:
1)Turizm gelirin artacak . Daha az turist taciz olursa daha çok turist gelir. Yoksa sen sanıyor musun elin manken İsveçlisi bayılıyor onca yolu gelip, sana kalçasını elletmeye.
2) Töre cinayetlerinde azalma olur. Mevcut durumumuzda dayı kızı öldürülüyor ya amcaoğlu da aynı töreye tabii olacak. Baktı diyelim Muhtarın kızına yan gözle, vurulma riski var. Tabii bu töre işi yavaş yavaş rafa kalkacak. Bilir Anadolu erkeği işini. Sen merak etme.
3) Tecavüzler azalır. Mahkemeler rahatlar. Sokakta birbirine bakanlar erkek kadın değil insan olarak görürse, ilk izlenimde kıkırdaksı yapılarda gereksiz hareketlenmeler yaşanmaz. Çok isterse sorar alır cevabını. Zorla bir gasp oranı daha düşük olur. Yoksa mevcut durumda saçı uzun olan her canlı bir potansiyel olarak görülüyor. Sonra okuyoruz 3. Sayfalarda keçiler, koyunlar filan… Yani saçı geçip kıla,tüye,yüne bile yürünüyor. Sıfırlanır demiyorum oran. Sonra yaptık olmadı demeyin. Ama azalacak vallahi dene gör.
4) İş yerinde ayrımcılık azalacak. Çünkü ilanlarda bay/bayan ayrımı koyamayacaklar ya. Süper değil mi? Hemen değil ama ayrım bittikten bir süre sonra yavaş yavaş aynı işi yapan farklı cinsler arasındaki parasal adaletsizlik de son bulacak. Cinsiyetler arası ayrım kalktığından, erkek yoğun iş yerlerinde mevcut durumda her pazartesi dönen spor, çapkınlık, küfür sohbetlerine ayar gelecek. Patron mutlu olacak. Kalkındırıyorum sizi, haberiniz yok.
5) Evlerde romantizm ve elbette akabinde erotizm artacak. Çünkü ‘erkek adam zırt pırt seviyorum demez’ tarihe karışacak. Erkek okuyucular kızdı şu an bana. Dur bak sana da faydası var, bekle biraz sabır. Ben adaletli insanım. ‘Kadın dediğin çok istekli olmayacak’ klişesi de rafa kalkacak. Düşünsene; seni isteyen ve istediğini belli etmekten utanmayan bir kadınla erotizm daha keyifli değil mi? Hayır istemem diyen varsa Allah Mesut etsin. Ayrıca bildiğim iyi donmuş balık satıcıları var. Adreslerini özelden istersen yazarım. Bu da sana kıyağım olsun.
Bu maddede bir not düşeyim. Benden günah gitsin. Kuru sıkı sevişin arkadaş. Korunun yani. Sonra bir de nüfus planlaması projesi ortaya koymak için kafa patlatmayayım. Uğraştırmayın beni.
6) Emlak sektörü patlayacak. Yaaaa buralara nasıl geldik? Kafa 1500 oldu değil mi?
Haha….Benim kadar geniş bak dostum resme. Bir düşün erkek öğrenciye verilemeyen evler tarih olacak. Şu an öğrenci yurtlarının nüfusunu da rahatlattım, Allahım ne analitik insanım:)
7) Garson Emekçiler Derneği bana plaket verecek. Efenim? Niye güldün, yine dar düşünüyorsun. Evet inanmazsan inanma. Yapsın TDK düzenlemeyi bak gör. O plaketi almazsam neyim. Restaurantta kadın sipariş vermez, erkeği sözcü kullanır klişesi de ortadan kalkınca alacağım o plaketi. Sen sanıyor musun o garson kardeşim bayılıyor erkeğin havada şıklattığı anahtar sözcükler ‘şefim bakar’ mısınla ayağına çağrılmayı. Sen hiç gördün mü bu hareketi yapan dişi? (Ben bir tane gördüm kendisiyle artık görüşmüyorum) Düşün şimdi bu hareketle gidiyorsun masaya. Genelde bir elinde menü olur sipariş veren şahsiyetin diğer el istemsiz göbekte dairesel hareketler çizer. Hoş mu şimdi yani? Bence değil. Neden? Çünkü bilinçaltı öyle kodlanmış ya, olduğundan daha testosteron sahibi görünme çabalarıdır bunlar. Ben bu motivasyonla oturduğu halinden daha kıllı masadan kalkan adam gördüm. Beyin gücüyle hormon seviyesini arttıranlar var aramızda, düşün sen adamlardaki motivasyonu. Halbuki böyle zorlama olmasa, dişi kişilik de siparişini verebilse ne hoş olur. Genelde uzaktan bir parmak diğeri yanında hafif bükük hafif havaya kalkar, göz teması kurulur. Ama sınıfta parmak kaldırır gibi değil. O sebepten orta parmak da hafif kırık işaret parmağın yanına konur. Öyle omuz boyunu da geçmez parmağın hizası. Bağırmak filan yok. Göz teması ve dudaklardan okunacak bir pardon veya bakar mısınız yeterlidir. Şimdi koy kendini garson karakterin yerine, hangisi daha hoş? Hangisinin verdiği siparişi unutmazsın? Yaaaaaaa. Aydınlandın değil mi? Şu an restaurantlarda da çalışan motivasyonunu arttırdım. Helal bana…

Listem daha uzun yaptım fizibilitesini. Ne var yani iki özne değişecek ama bak hayatımızda neler değişecek. Gri hücrelerim çalışıyor ama tüm proje detaylarımı burada paylaşıp çalınma riski yaratmak istemiyorum. Biri fikrimi almaya gelirse seve seve paylaşacağım. Daha çoooook akla zarar projelerim var.
Biri akıl etsin de bir dahaki seçimde beni aday göstersin. (Tabii seçme ve seçilme hakkının devam etttiğini varsayıyorum, saflık işte benimki. Ne Polyanna şahsiyetim haha kendime güldüm). Ya da aday göstermeyecekseniz en azından biriniz change.orgda bir imza kampanyası başlatsın. TDK kadın erkek diye başlayan cümleleri zinhar kabul etmesin diye bir kampanya uyar bana.
Ne diyorsun olmaz mı? İnsanlık yetmez, illa işeme ve üreme uzuvlarını da dahil eden öznelerle devam edeceğim diyorsan sana son kıyaklarım. Al buyur burdan yak.
“Kadın hayır derse belki demek, belki derse evet anla.” (Kız evladın varsa huylandın mı? Huylan zaten)
“Anasının kuzusu adam ya….” (e çocuğa bakmak sadece annenin görevi olursa öyle olacak elbette ne bekliyordun?)
“Kadın olsaydı abicim. Çekmiş altına eşofman üstünde bir kirli tshirt sonra e niye aldatıldım?” (e ev süpürürken, evye ciflerken Victorias Secret’a mı bağlayacaktı. Al bakalım eline o tuvalet fırçasını da seksapelini görelim koçum)
“Buz gibi kadın. O ne öyle ölü balık gibi. Avrupalı öyle mi ya?” (E ılık olunca da yollu oluyor abicim. Nasıl olacak o ayar. Bir de kıskançlık var serde. Ulen başkasına da ılımasın hatun diye düşünüp dünyayı dar etmiyor mu çoğu? Önce sen ne istediğine karar ver netleş sonra görüşelim) Bu tip acımasızlığı hemcinslerimiz daha fazla yapıyor ayrıca. Bakımlıysan aşüfte, değilsen pasaklı, güler yüzlüysen mavi boncuk dağıtan, beğendiğin oranda dekolte giyiyor ama partnerine sadıksan ‘gösterip de vermeyen’ oluyorsun.
Ne oldu terbiyesiz mi dedin bana? İnan bana senden daha fazla terbiyesiz değilim. Sadece gerçeklerle yüzleştiriyorum seni.
Yine de iki seçenek var önünde. Ya gel bir imza kampanyası başlat önce sözde sonra özde ayrımcılık bitsin, ya da sen iyisi mi eski düzen 3 maymuna devam et.
Asrın projesini ve bu haftalık yazımı burada sonlandırırken erkeklerin ellerini sıkar, bayanların omuzlarından sarılıp yanaklarından öperim… Haha değil tabii ki. Kadınıyla erkeğiyle hepinizi öpüyorum yanacıklarınızdan. Yalnız sakal traşı olmamışlar bir adım geri dursun:)

Zamansız Hiyeroglif Sevgisi

Zamansız Hiyeroglif Sevgisi

Zamanında integral işaretini görüp, anlayıp, hatta çözebilen bu bünye şimdi “ < 3 ” ifadelerini görüp,- matematik ifadesi değilse ne ola ki acep- diye düşününce; anladım ki yaş geçmiş.

Bilenler vardır, ama benim gibi bilmeyip utandığından soramayanlar için yazayım. ” < 3 ” “Kalp” demekmiş. Peh peh peh…

Bir de kafanı yan çevirip bakacakmışsın ki göresin kalp şeklini. Hiyeroglif sevdalısı canım arkadaşım(!) Kafamı o açıyla çevirmek için boyun bölgeme cerrahi müdahale lazım. Onun yerine gel, ben sana açık kalp ameliyatı yapayım. Kanlı canlı göreyim kalbini. Bana niye eziyet ediyorsunuz?
Bak bir de bu var “ < / 3 ” Yaaa… yaktın değil mi diplomayı? Yak tabi, bu da kırık kalpmiş.
Ben mi? Hayır, bunun için yakmadım diplomayı. Çay makinesi neden çalışmıyor diye sağını solunu dakikalarca kurcaladıktan sonra, sevgili arkadaşımın “fişini taksan!” uyarısıyla kendime gelince dün yakmıştım onu. Olsun, mühim değil. Nasıl olsa artık diploma zorunluluğu yok:) (bak mesajsız yazı demeyesin, verdim işte al)

Fonksiyonsuz Mutluluk Çubuğu

Fonksiyonsuz Mutluluk Çubuğu

İtiraf edelim, kaset sardığında kurşun kalemi sokup, karışan-sıkışan kısmı düzelttiğimizde aldığımız hazzı hiçbir yeni teknoloji vermiyor. Kalem döndükçe çıkan dırrrt gırrrt sesler; gam tasa ne varsa alır götürürdü.

Uzay mekiğinde arıza olmuş, tüm dünya nefesini tutmuş seni izlerken, kahraman bünyenle çok hassas bir malzemede muazzam tamirat yapmışsın hissi verirdi. “Benim ve kurşun kalemim için küçük; müzik dünyası için büyük bir adım” cümlesi eşliğinde ödül aldığın görüntüler hayal etmez miydin?

Bu haz, hangi uygulamada, teknolojik icatta var?

Şimdi USB bellekler var. Ona da uyuzum. Her şeyden önce yanlış isim vermişler. Bence mutluluk çubuğu diyebilirlermiş. Bir akıl danışsalar, paylaşırdım muhteşem fikirlerimi.
Hayır, isminde saçmaladınız; bari kalem sokup sürece dahil olabileceğim bir fonksiyonu olsaydı hiç olmazsa! O da yok.
Sonra diyorlar ki- bizim millet teknolojiyi kullanamıyor. Arkadaş, senin icatların can sıkıcıysa biz ne yapalım?
Arabanın kopan kayışı yerine naylon çorap takan bünyeye sen akıllı teknolojiyi verince hayatın tadı kaçıyor. Fayansların arasındaki derz dolguyu fazla beyaz almışım deyip dolgu malzemesinin rengini demleme çay ilavesiyle koyulaştıran benim gibi garibanlara reva mı bu?
Takalım çalışmasın. Bir vuralım, iki üfleyelim, olmadı tornavida müdahalesi yapalım kuzum. Yaratıcılığımızı almayın elimizden.

Saygılarımla arz ederim

Önlüğüm Tarz, Tıbbi Müdahale Farz

Önlüğüm Tarz, Tıbbi Müdahale Farz

Üniversitede önlükle girdiğimiz laboratuvar derslerimiz vardı. Alt tarafı büretten damla damla birtakım kimyasalları başka kimyasalların üstüne akıtıp, renk dönüşümü gözlemlesek de, alkış kıyamet kendimizi kutlardık. Kantinde de önlüklerimizi çıkarmadan oturur, uzaklara dalar ve sektörde çığır açacak buluşlar yapacağımızı hayal ederdik.
Bendeki beyaz önlük motivasyonu hala aynı seviyededir.

Bundan birkaç sene önce babam hastanedeyken yanında refakatçi kaldım. Her sabah yapılan klasik anons geldi. “Refakatçiler odaları terk etsin, doktorlarımız viziteye çıkıp hastaları görecekler”
Çıkmak üzere odanın kapısını açtım ki, doktorla burun buruna geldik. “A pardon hocam şimdi çıkıyorum” derken, Doktor tok sesiyle “Kal! Gitme. Bana yardım lazım” dedi.
Sırf adam beyaz önlük giyiyor diye, iki cümleyle bende cerrahi motivasyon sağladı. Hocam ben ne anlarım demek nedense hiç aklıma gelmedi, “peki” dedim.

Elindeki Bond çantayı masanın üstüne koyunca huylandım aslında. Tamam önlüğü var da, Bond çanta ne alaka? Yine de önlüklü işte. Benim için diplomadan daha sağlam bir delil.

Çantadan ameliyat malzemesi çıksa, dese ki “Çekirge! Ben yorulunca sen devam edeceksin dikişlere.”, Asker selamı çakıp -bittabii sayın hocam!- diyeceğim. Adanmışlık seviyemi hayal et artık.
Hocanın önlüğü, bana üniversite yıllarımdaki motivasyonu geri getirdi. Gıda sektöründe henüz çığır açamamıştım ama tıpta şansımı denemek için geç sayılmazdı. Madem hoca da bende o ışığı gördü, kesinlikle bu fırsatı değerlendirmeliydim.
Bond çanta açıldı. İçinden böyle simsiyah örtüyü görüyorum. “Oturtalım beyefendiyi sandalyeye” deyince dedim bu işte bir gariplik var. Nasıl bir uykusuzluk ve akıl tutulması yaşıyorsam o an; benden yardım istemesine değil de örtünün yeşil olmayışına ve müdahaleyi sandalyede yapacak olmamıza takılıyorum.
O sırada kapı açıldı. Her gün gelen, güler yüzlü ve karizmatik doktorumuz ile arkasındaki suratsız ekibini gördüm. Karizma doktorumuz “Günaydın Ahmet, kolay gelsin. Sen bitir operasyonunu da biz sonra görelim hastamızı.” dediğinde duruma uyandım. Önlük, hastane berberinin önlüğü. Moral olsun diye Saç sakal tıraş olsun diye rica etmiştik. Devlet hastanesi olunca berberin önlüğü de doktor eskisi oluyor tabii.

Filmlerde kaçaklar kıyafet değiştiriyor da millet doktor sanıyor hani. Hadi leyn bunu nasıl yutuyorlar diyoruz ya. Demeyelim. Beyaz önlük varsa ve hastanedeysen yutuluyor kuzum.

“Hobim Geldi, Kaçılın!” Önermesi

“Hobim Geldi, Kaçılın!” Önermesi

“Yaş geçiyor bunu da yapmadan ölmeyelim gari” mottosuyla gelmişim derse. Diyorum ki “diyaframına kurban olduğum hocam, bana da el ver. Bir arya olmasa da iki dubleden sonra masadakilere bir Karadeniz türküsü söyleyebileyim.”

Bir şeyi seviyor olmak onu iş edinmek için sebep değil. 
Düşün mesela; müzikten inanılmaz keyif alıyorsun. Okudun, iş edindin. Başladın ders vermelere. % 100 mutlu olabilir misin? Her daim sana muhteşem cevherler gelmeyecek.

Allah’ım bu diyafram hakimiyetim ve billur sesimle dilerim ki -semtin tüm yeteneksizlerini toplayıp, kendime eziyet edeyim” dedin mi hiç?

Düşünsene beni. “Yaş geçiyor, bunu da yapmadan ölmeyelim gari” mottosuyla gelmişim derse. Diyorum ki “Diyaframına kurban olduğum hocam, bana da el ver. Bir arya olmasa da iki dubleden sonra masadakilere bir Karadeniz türküsü söyleyebileyim. Hatta azıcık naz edeyim de; ısrarla, zorla söyletsinler.”

Hayattaki amacıma bak. Bir de seninkini sorguluyorum utanmadan. Haha.. Ama kalem bende şekerim kusura bakma.

İlk derste; malzeme ne, kumaş nasıl anlamak istiyorsun. Bir kuple şarkı söylüyorum. Nakarattan sonra sen tam oh bitti rahatlaması, daha doğrusu gafleti içerisindeyken; hızımı alamayıp kafa seslerini de yapıyorum.

“Hmm hmm da hımm hım, dırırdırınım da dırıdırınım. Höydürü höydürü, yiey yieee!..”

Bir Şebnem Ferah çığlığı ile de taçlandırıyorum eserimi. Gözlerimi yumaraktan, oktavların zirvesine çıkıyorum.

Vu huu…huuuu….

Müzik kariyerine tek kulak devam edeceksin hoca…. Saygılar.

Bendeki cevheri görünce, en başından başlamaya karar veriyorsun.
– Aslı hanımcım, nota ile başlayalım. Nota?
-Kırma salata yaparım, domates-roka.
-La havle…
– Musikide bir makam mı var öyle?
Emekli ol emekli😊 Hayır, ben seni düşünüyorum. Başkasının hobisi senin fobin olmasın sonra.

Ya da inanılmaz yetenekli bir sporcusun, madalyalardan büfede bibloya yer kalmamış. Yetenekli spor sevdalılarına ilham olayım diyerek, başladın ders vermeye. Hayaller ile gerçekler tuttu mu birbirini? Büyük ihtimalle hayır. “Rab’bim! Şu spor sevgimi, göbek basen eritmek gayesiyle yanıp tutuşan kullarına adıyorum” diye heveslenip bunu amaç edindiysen o başka tabii. Beden kitle endeksinden bahsetmeye başlayacaksın -hocam ben borsaya karşıyım- diyerek, seni senden alacaklar haberin yok!

Bir de ressam ruhlular var. Saygım sonsuz. Şahsen ben; fırçaymış, boyaymış; elime aldım mı facianın izdüşümünü resmedebiliyorum sadece- ki o bile oldukça sürreal oluyor😊
Düşün şimdi. Muazzam yeteneklisin, kurs açtın. Ben de yeni hobi peşindeyim. Geldim öğrenci oldum.

Diyorum ki “öğret bana fırçasına kurban olduğum. Ahşap boyayalım, kara kalem çalışalım. Hatta, hadsiz özgüvenimin bana verdiği yetkiye dayanarak; yağlı boya da yapayım”. Ve ekliyorum “Üstadım, hocam, perspektif dediğin öyle bir şey değil. Kaynatamın baldızının oğlunun sünnetinde yedim ben. Böyle sütlü irmikli bir tatlı o.
-Hocam, hocam! Isırma o fırçaları. At kılından yapılıyor onlar. Iyggkk. Aaa çok resim yapmak sinir yapıyorsa demek.
Bence sevdiğiniz şeyi hiç bırakmayın. Yalnız, kimlerle çalışacağınızdan emin olmadan onu iş edinmeye de kalkmayın. İyisi mi kurslarınızı benim semtten uzakta açın da sizi sevdanızdan soğutmayayım.
Sağlıcakla ve mutlu kalınız efenim…

Zıpkın Kozmetiği

Zıpkın Kozmetiği

Survivor’a katılsam; bütün oyunları kazanmak için inanılmaz performans sergilerim. Sebebine gelince: tamamen kişisel bakım odaklı.

Yemek işini oyunlardan çözelim de adadaki coconutlar bana kalsın isterim. Kendime hindistan cevizlerinin yağından sütünden nemlendirici yaparım. Çünkü adaya düşsem yanımda olmasını istediğim şeyler 3 başlığa sığmaz. Vücut, göz, yüz, gündüz, gece, ayak kremi vb. liste uzar…
O coconutların yağını takım arkadaşlarımın iştahından korumak için sınırlarımı inanılmaz zorlayabilirim. Hatta ve hatta Norveçli balıkçıların ve İsviçreli bilim insanlarının yüzü suyu hürmetine; zıpkınla balık avlama işinde ustalaşıp, varsa somon türevi cilde iyi gelen balıkların da korkulu rüyası olabilirim. Semirerek adadan dönen ilk takım olarak Survivor tarihinde yerimizi alabiliriz. Dominik sahillerinde somon olmayabilir. Yine de vardır elbet omegası bol, yüzgeçli benzer arkadaşlar.

Buradan Sayın Acun Ilıcalı’ya sesleniyorum! Ünlüler-Gönüllüler yerine, yağlı ciltler-kuru ciltler takımları olsun. Bak sen o zaman gör asıl çekişmeyi.
Bu kadar krem sevdalısıyım, yıllardır kullanıyorum da  Victoria’s Secret mankeni mi oldum? Yooo. Ama kullanmasaydım ne olurdu onu bilemiyoruz.
Neyse efenim; göz kremimin dibi geldi. Bu sefer başka bir marka alayım istedim. Yeni markanın çok faydası oldu. Göz altlarımı filan bilemem ama fiyatı görünce 3. gözüm açıldı. Aydınlandım. Dedim bunlar boş, hep dünya işleri.
Kısaca, sırf bir tüpüyle yepyeni bir göz sahibi oldum. Eski ikisi kırışsa da olur artık.
Tavsiye ederim. Kozmetik bedenen ve ruhen iyi geliyor.

Hadi bugünlerde mırın kırın etmeyeceğim. Erkeği kadını sakalı bıyığı salabilirsiniz. Yeter ki sağlıkla kalın.

sanatta protest yaklasim

Sanatta Protest Yaklaşımlar

Nerede mide bulandıran görsel/karikatür/video varsa bulup gönderen bir arkadaşım var.

Bu arada kusmak için, peristaltik hareket denilen havalı isme sahip kasılma hareketinin, mideden ağıza doğru gerçekleşmesi gerekiyor. Okuyoruz okuyoruz bir aydınlanma yok demeyesin sevgili okur. Al sana bilgi. Okulda öğrenmiştim. Hayatım boyunca bir işime yaramadı. Burada kullanayım havam olsun. Sen de öğren, ama kullanAma.

Bilgilendiysek devam edelim. Cancağızım arkadaşımın gönderdiği videoda, dayının biri halka açık bir meydanda heykelle halleniyor. Heykel derken herhangi bir metafor kullanıyorum sanma. Bildiğin heykel. Hani meydanlarda, parklarda olanlardan. Flört durumu vb. yok. Çıplaklık söz konusu değil. Kendinden emin, konuya da hakim. Giriş ve gelişmeyi atlamış sonuca bağlamış direkt, ama mutlu görünüyordu.

Gözünde canlandırdın mı? Yok mümkün değil ama peki. Yine de izleme sakın. Valla cinsellikten soğursun.

Elbette adettendir deyip “ıyghh, vıygkk, iğyyrençççç” gibi kontes çizgime yakışır tepkiler verdim. Akabinde özüme döndüm. Kafamda deli sorular. Mutlu sonundan sonra, kahveye taş oynamaya gittiğinde arkadaşlarına anlatmış mıdır?

“Ortiii! Bi iş tuttum ki sorma. Görsen taş taşşş.”
Yalan mı? Değil. Dayı acınası bir sapık olsa da; yalancı diyemeyiz kendisine.
Gözümüz aydın! Hatunları geçip tüylü kıllı hayvanlara bile taciz, tecavüz var diye şaşırıp üzülmeye başlamışken yeni bir seviyeye ulaştık.

Heykeltıraş suç duyurusunda bulunsa mesela sanatıma hakaret diye. Hayal ettim buldum. Karar şöyle: Kaçmadı, herhangi bir bekaret kaybı söz konusu değil. Dayının beraatine, heykeli ortalık yere bırakmasından ötürü heykeltıraşın 5 yıl hapsine ve temyiz hakkı bulunmaksızın heykel aktivitelerine yasak getirilmesine karar verilmiştir. İlaveten; masum dayıyı yoldan çıkardığı hususundaki suçu sabit görülmüş olup; heykeltıraşın, dayının nikahlı eşine 10 000 TL manevi tazminat ödemesine hüküm verilmiştir.

Sonra dedim “kızım ön yargılı olma”. Adam belki cinsel arzularını tatmin peşinde değildir. Protest bir sanat aktivitesi gerçekleştiriyor da olabilir. “Sanat için sanat mı, toplum için sanat mı?” tartışmasına dayı son noktayı koydu. “Toplum için sanat” diyerek cümle aleme fikrini beyan etti. Yine de kendisini ikaz edeyim. Bu şekilde bir protest gösteriyi, her heykelle denemesin. Maazallah antik Yunan heykellerinde vücut hatları muazzam(!) Tanrı heykelleri var. Ayrıca Hitit Dönemi hayvan figürlerinde batarlı delerli hatlar mevcut.

Dayı uzak dursun, geri kalan herkes sanata yakın dursun dilerim. Erkeği kadını, sakalsız bıyıksız olanlarınızı yanacıklarından öper, Allah sizleri, evlatlarınızı ve hatta evde büfede, şömine üstünde, sehpada duran masum biblolarınızı sapıklardan korusun derim.

Pıtır Pıtır Sevda

Pıtır Pıtır Sevda

Sevgililer günü münasebetiyle vıcık vıcık sevip sevilip koklaştınız mı?
Aferin size. Ben yapamadım bu sene. O sebeple de burun kıvırıp aman canım ne gerek var diyen güruha katıldım. En önde “Sevene Her gün Sevgililer Günü, bu kapitalist sistem oyunlarına kanmayın” yazan pankartı taşıyarak Taksim’e kadar kortej eşliğinde yürüdüm.
Yapmadım elbet:)
Sırf sevdaya olan saygımdan yapmadım. Yoksa 32 Km yürüyemeyeceğim için değil. Ne olacak yani. Şimdi başlasam….. 2 gün sonra Halkalı civarında en yakın mezarlıkta gömersiniz beni. Aslında az daha yürüsem belki yaklaşır Teşvikiye Camii’nde daha havalı bir cenaze törenim olabilirdi. Olsun Halkalı da iyidir.
Efenim benim sevdiceğim sevgililer günü akşamında uçakta olduğundan ben kutlayamadım bu sene. Yine de bu beni durdurmadı.
Sevgi paylaşıldıkça büyüyen bir şey. Paylaşıp Sevgi Pıtırcığı olayım istedim. Tanımadığım bir çiftin Sevgililer Gününü kutladım.
Nasıl mı oluyor? Basit bir organizasyonu var. Şimdi Restoranın otoparkına yanaşırken arabaların ön camlarına baktım. Torpidosunun üstünde tek gül olanların tamamını inceledim.
Altında en büyüğünden bir zarf olan mavi bir aracı gözüme kestirdim. En büyük zarf onundu. Sırf çiçekçiden alınma bir zarf değildi belli ki. İçinde belli ki güzel satırlar, belki sağlam bir aşk şairinden alıntı mısralar var.
Şimdi bu çifti kutlamayayım da ne yapayım. Yavaşca arabaya sürttüm. Agh ulen deyip geri vitese alıp bir daha sürttüm. Oghhh. Garanticiyimdir bilirsin.
Böylelikle bir tanışmayı garanti ettim. Valeye dedim çağır gelsin SAHIBI. İnsancıklar belki tam da romantizmin doruğundayken şaşkın bir kadının arabalarına sürtmeleriyle buz gibi havada otoparka arzı endam ettiler.
Neyse efenim baktık işte. Klasik havalı “parmakla boyayı yoklama hareketi” filan. Sonra arabayı çektik yine baktık. Bir şey olmadığına karar verdik. Ya kusura bakmayın böyle bir günde de filan filan diye başlayan özür ve tebrik cümlelerimi sıraladım. Böylelikle hiç tanımadığım bir adamla kadının sevgililer gününü kutladım.
Şimdi aklıma geldi umarım adam bir evlilik teklifi filan planlamamıştır o akşam. Yıllar yıllar boyu torun torbaya anlatılacak bir öykü olmak istemem.
Düşünsene adamın saçı sakalı beyazlamış hala iki kadehten sonra anlatıyor o geceyi. “Tam yüzüğü şarap kadehine attım, otoparka çağırdılar. Döndük ki kadehler gitmiş. Müessese özür niyetine bize şampanya göndermiş. Gitti bir yıldır parasını biriktirdiğim tek taş. Vıyy Vıyyy

Tavsiye ederim yapın. Sevgi paylaşıldıkça büyüyor. Misal o çift muhtemelen o akşam beni ve soy ağacımı oldukça sevmiş olsalar gerek.
Sevgileriniz daim olsun.