Paris’e Varamadım Santrifüj Yapamadım

1975’te Dadaş Diyarı’nda Moulin Rouge olabiliyorsa 1997-2001 arası yıllarda, daha batıdaki bir büyük şehirde neden olmasındı ki? Başladım aramaya kendi Moulin Rouge’umu. Sene 1997, şehir Bursa. Bulduğum cafe’nin adı Mağara Inn. Bırak 1975’in Moulin Rouge’unu, daha Fransız İhtilali’ne bile varamamışım!

Annemle babam, üniversitede tanışma hikayelerini “Bizim zamanımızda kantinler bile ilim irfan yuvasıydı” diye havalı anekdotlarla anlatırlardı. Moulin Rouge Kafe’de kitaplar okunur, çok dolu sohbetler yaparlarmış filan. Bu anlatılanlar 1970’lerin Erzurum’unda geçiyor😊. Kendi adıma Erzurum’un o yıllardaki halinde, Paris esintili kafe ismini yadırgamakla birlikte ortamın da abartıldığı ve “bak kızım, üniversitede sağa sola alıcı gözle bakma, varsa yoksa ilim irfanla uğraş” mealinde yönlendirmeler olduğunu düşünüyorum.

Yine de işime gelen kısmını hayallerime malzeme yapmışlığım vardır. Hayallerimde canlanan havalı isimli o kafelerde, Tolstoy mu Dostoyevski mi tartışan; benim havalı kütüphanemden ve yeri geldiğinde, bir yazarı heyecanla savunan veya duruma göre yeren bünyeme hasta kalacak arkadaşlar -mümkünse en yakışıklılarından elbette- hayal ederdim. Sene 1975 Dadaş Diyarı’nda Moulin Rouge olabiliyorsa 1997-2001 arası yıllarda, daha batıdaki bir büyük şehirde neden olmasındı ki?

İşte bu hülyalarla girdim sınava. Hayaller İstanbul, Ankara ve belki İzmir’de bir Üniversite iken oralarda istediğim bölüme nefesim yetmeyince, Bursa’da okumak kısmet oldu.

Kamu Spotumsu çıkarımım: Moulin Rouge ve biscolata bünyeli arkadaşlarla ilgili hayallere daha az zaman ayırıp, daha fazla ders çalışmak lazımmış demek ki.  

Büyük şehir, köklü üniversite diye motive olarak dedim ki; ben de anı biriktireceğim, ileride de çocuklarıma anlatacağım “Ahhh Ahh bizim zamanımızda kafeler, kantinler ilim irfan yuvasıydı evladım. O sosyal aktiviteden bir diğerine koşardık”

Hayalimdeki çocuklarıma kuracağım cümlelerimi hazırlamış olarak vardım fakülteye. Gerçekler hayallerimden çoook uzaktı oysa. Değil sosyal aktiviteye gitmek, bir fakültedeki dersten, bir diğerinde verilene yetişmek için dilim dışarıda tepeyi aşmak için koştururken buldum kendimi. Uydurmuş olmayayım, bazen hava çok soğuksa, minibüse indi-bindi ücreti verip giderdik. Mesafe öyle bir mesafe, yan binaya geçiyorduk sanılmasın. Hayatın her döneminde spora mesafeli olan bünyemi bu koşuşturma çok yordu.

Hatta ve hatta, bu kadar koşuşturma, tırmanma yaptığımıza göre diplomanın yanı sıra tezkere bile verirler diye ümitliydim.

Hayatım boyunca trekkinge para vermedim. Zamanında 3 sene (son sene tüm dersler kendi bölümümüz bünyesinde tek binada yapılır oldu şükür) üstüne burs da alarak yaptığım bir aktiviteye neden para vereyim arkadaş?

Başladım aramaya kendi Moulin Rouge’umu. Sene 1997, şehir Bursa. Benim bulduğum cafe’nin adı ne peki? Mağara Inn. İnsanlığın gelişimine ters yönde ilerleyen bir durum söz konusu, bırak 1975’in Moulin Rouge’unu, daha Fransız İhtilali’ne bile varamamışım! Yanlış hatırlamıyorsam Heykel istikametine doğru çıkarken meşhur yokuşlu caddelerden birinde sağda bir tepenin içerisindeki bir taş oyuğunu, kafeye çevirmişlerdi. İçine 2 sedir ve üç adet -illa ki kırmızısı yoğun- kilim, ortaya kütük üstüne sinide bakır kap konularak yapılmış, olmazsa olmaz dekorasyonlu bir yer. O kadar loş ki; değil kitap okumayı, burnunu düşürsen bulamaz, hayatına 4 duyu ile devam edersin. Mağarada darlandım, dışarıda oturayım dersen, küçük ön bahçesinde taş zemin üzerinde 3 masa var. Bu kısım Fransız ihtilaline ilaveten sanayi devrimini de görmüş geçirmiş, hatta teknoloji o kadar ilerlemiş ki plastik icat olunmuş, masa sandalye plastikten mamül, 3 metre yanından da belediye otobüsleri geçiyor. Velhasılı kelam, aradığım irfan yuvası değildi.

Vazgeçmedim, dedim derslerde bir Moulin Rouge havası yakalanır. Çünkü ebeveynlerimin “Kafelerde kitaplar okunur, tartışılırdı” minvalindeki girizgahlarından sonraki cümleleri genelde -hocalarıyla arkadaş gibi oldukları ve hayata dair pek çok aydınlanmayı kendilerine borçlu oldukları- şeklinde devam ederdi. Dolayısıyla hayalimde, pipolu ve illa ki keçi sakallı akademisyenler şöyle diyordu “Gençler; bilgi ulaşmak isteyene her daim yakındır. Bilimi sadece ders kitaplarında aramayın. İlgisi olan zaten okur öğrenir; gelin biz  Fransız sinemasından bahsedelim biraz, hatta bakın biscolata erkeği bu arkadaşımız size çekimlerde tanıştığı farklı coğrafyalardan insanların gıda saklama yöntemlerini konu edinen bilimsel tezini, tişörtsüz olarak anlatsın”

“Bu ne” deme! Bahsetmek istediğim kavramların altını çiziyorum bak. Yapabiliyorsan sen daha anlamlı bir paragraf yaz.

  1. Biscolata erkeği (mümkünse tişörtsüz)
  2. Tarihte Gıda saklama yöntemleri
  3. Nezih Akademik Ortam ve kitapları ezberletmeyen -gerçek hayat dışarıda gençler- mottolu bir Akademisyen
  4. Moulin Rouge veya o ayarda Fransız esintileri taşıyan ortam

Hadi buyur😊

Hocalarımız sağ olsunlar, alanlarında gayet başarılılardı. Kendilerine tek kırgınlığım biri de sınıfa ya da laboratuvara biscolata erkeği getirmedi ki bize tez çalışması ile feyz versin😊

Hayallerimdeki Fransız esintili kurgulara en çok yaklaştığım an, derslerde santrifüj tekniğinin anlatılmaya başladığı yıldı. Çok heyecanlandım elbette. Santrifüj, seperasyon, spektrum….. Ohh dedim ohhh. Tabii ki 1. Sınıf çömezleri bistrolarda bir eli cebinde dünya edebiyatının tartışıldığı, sanat tarihinden örnekler verilen görüşmelere almıyorlardır. 2. Sınıfa gelince girizgahı yapıyorlar.

Şimdi bu satırları yazarken geriye dönüp okuduğumda, fark ediyorum ki galiba ben Gıda Mühendisi olmamalıymışım. Fakülteden beklentilerimin, alandan ne kadar uzak olduğuna bakınca; teknik resim dersini bütünlemede zorla geçebilmiş olmam gayet normal. Hatta ve hatta, bu satırları o zaman yazmış olsaydım, bütünlemede bile geçmememi sağlamaları gerekirmiş.

Santrifüj Kelime anlamı: Fransızca centrifuge 1. Sıfat, fizik Merkezkaç ; 2. İsim Merkezkaç kuvvetten yararlanarak bir karışımın taşıdığı çökebilir ögeleri ayırıp çöktürmekte kullanılan laboratuvar aleti, santrifüjör. …….. (bkz TDK Sözlük)

Tamam, güzel de; benim beklentim bu değil. İstiyorum ki tatilde eve gidince hava atayım bizimkilere, dersler su gibi akıp gidiyor, kalan zamanlarımızda hep santrifüj, hep seperasyon….

Yutturamayacağımı ve hatta “ah ben buna hamileyken folik asit alamadım ondan böyle alık oldu bu” diye Rahmetli Annemi kedere gark edeceğimi kestirerek, bu cümleleri kurmadım. Hayallerimdeki ilim irfan yuvası kantinlere ulaşamamamın acısını, böğrüme gömüp, yoluma devam ettim. Az buçuk form tuttum, diplomamı aldım, tezkere sordum yüzüme boş baktılar, döndüm geldim.

(Allah’ım n’oluuur diplomamı geri almasınlar! Amin)

Bu yazının amacı ne mi? Benim ergenlik yıllarımda kurduğum muhteşem saçma hayallerimin, bu alanda da gerçek hayatla örtüşmediğinin tespiti dışında bir amacı, sonucu faydası yok.

Buraya kadar okuduysanız, size ne faydası var peki? Çok faydalı diyemem. Lakin, en azından iki yerde tebessüm edip, kendi gençliğinin hayallerinin kaçı gerçek olmuş, kaçı “iyi ki gerçekleşmemiş” diye birkaç dakika gökyüzüne ya da dümdüz tavana bakıp düşünmene vesile olduysa ne ala.

Sağlık, neşe, mutluluk ve iç huzuruyla kalın.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir