Kanlı Sardunyalar

Kanlı Sardunyalar

Nereye gideceği belli olmayan arabanın tekerleri yavaş yavaş döndü. Ölüm sessizliğinde, kıvrılan dar yollarda sakin ilerlerken, yolun ne kadar sürdüğünü kestiremedi Leyla.

Ulu ağaçların, gökyüzü ile kavuştuğu ormana geldiklerinde, önce adam indi arabadan, Leyla’nın kapısını açtı. Günün son ışıklarının tadını çıkarmak hevesiyle inip, kapının hemen yanına yere uzanıverdi kadın.

Kafasını sağa sola yatırıp, saçlarını da geriye doğru uzattı. Yerdeki bir yıldız gibiydi şimdi. Bacakları kolları ve saçları dört bir yana açılmış, sırtını toprak anaya dayamıştı. Pozunu beğendiğinde içten içe kendisini tebrik etti. Tablo gibiydi. Hava karardı, sessizlik huzurluydu, yıldızlar gökteki yerlerini buldu. Gecenin ilk saatlerinde içi üşüse de sonra alıştı, ürpertisi geçti. Adam O’nu, O ise yıldızları seyretti.

Birkaç dakika ya da belki saat sonra içi geçmiş olacak ki; karmaşık insan sesleriyle uyandı. Güneş ışınları dalların arasından geçip gözlerini kamaştırıyor, sesler giderek daha da yakınlaşıyordu. Biri sivil, diğeri üniformalı iki adam vardı yakınında. Yaşlıca olanı Leyla’ya dikti gözlerini.

Leyla gözlerini halen tam olarak açamasa da; genç olanın ona bakmaktan çekindiğini, yaşlı olan sivil giyimlinin ise acımakla nefret arasında bir duygu ile kendisine bakmakta olduğunu fark etti.

“Yazık” dedi sivil giyimli olan. “Çok yazık!”

Leyla ürkek bir sesle cevapladı.

“Uyuyakalmışım”

“Evet amirim, çok yazık!” dedi genç olanı.

Daha yüksek sesle ekleme ihtiyaç duydu Leyla. “Yıldızları seyrediyorduk, şimdi toparlanıp gidiyorum.”

İki adam acıyan gözlerle baktıklarından; Leyla, korkuyla utanma arasında kalakaldı. Kadın görmeye tahammülü olmayan bu adamlar, kim bilir neler düşünüyorlardı onun hakkında? Kim bilir neyle itham ediliyordu?

“Kim ihbar etti?”

“Davarını ararken şuradaki dayı görmüş, haber vermiş amirim. İfadesini alıyorlar şimdi.” dedi genç memur.

Gösterdiği yöne doğru baktı Leyla. Sanki büyük bir suç örgütünü ihbar etmiş gibi memura hararetle bir şeyler anlatan dayıyı süzdü. Uyuşmuş bacaklarına rağmen kalkmak üzere hamle yaparken, ‘Amir’ diye hitap edilen adam, etrafında daire çizerek onu incelemeye başladı. Bakışları rahatsız ediciydi artık.

“Şu taştaki kana bakılırsa, ya düşüp buraya sürüklendi ya da başına vurup oraya atıverdiler taşı. Ön tarafta dokuz saydım, baksınlar bakalım sırttan girip önden çıkmayan başka darbe var mı? Gerçi ne fark eder? Bunun canı nedir ki? Üçü bile görmemiştir!”

Buz gibiydi içi dışı. Dokuz delik, dokuz feryat! Yanılıyordu amir. Dokuzunda da nefesi-canı yetmiş, dokuzunda da feryat etmişti. Ağlamaya başladı, ya da öyle sandı.

Yalan ifade verse şimdi, dese ki -arabamı park ettim bizim çıkmazın sonunda, beni seven kısık gözlü adam bekliyordu kapımda, geldik gün batımına, eski günleri anmaya. Ben yattım yıldız gibi, saçlarımı-sırtımı verdim toprağa-.

“Kimmiş neciymiş?”

“Adı Leyla Yıldız, amirim. Eski kocası, apartmana girerken saçından tutup arabasına bindirmiş dün. Şu Mora Meydanı’nda yüksek binalar var ya, oradan işte. Komşular görmüş ama müdahale eden olmamış. Sadece iki ihbar gelmiş. Korkuyorlar mı, yoksa kendileri yapınca bize de dokunmasınlar diye mi ses etmiyor anlamıyorum.”

“Farkı var mı sanki? Onlar balkonlarında sardunyalarını sulamaya devam etsinler. Giden bir can oldu.” diye cevapladı tok sesli amir.

“Hayır!” diye bağırdı Leyla. “Öyle olmadı, olamaz. Kıyamazdı o bana. Saçlarımı okşamak için bile üç hafta kıvrandı ilk âşık olduğumuz zamanlarda. Yüksek binalarda, ilgisiz komşularla değil, oturuyorum bir çıkmaz sokakta. Kendim bindim arabasına, geldik günü batırmaya, kendi isteğimle yattım toprak ananın koynuna. İçim geçmiş, dalmışım uykuya.”

“Tecavüz de etmiş”

“Evet Amirim. Yine de Adli Tabibin raporunu bekleyeceğiz tabii.”

“Hayır. Tecavüz edilmedi bana. Elimi tutmaya kıyamazdı aşkımızın ilk haftalarında. Bir çıkmaz sokakta kendim bindim arabasına, geldik gün batımına bakmaya. Yıldız gibi yattım ben, toprak ananın koynuna.”

“Kimi kimsesi?”

“Annesi varmış amirim de… Komşuların söylediğine göre görüşmüyorlarmış. Boşanma davası açınca işte, dul kalınır mı filan diye almamış evine, dediler. Ulaşmaya çalışıyordu Nermin.”

“Ölü kalınır mı, diye küser bu kez belki de kızına. Ulan, şu kadın milletine akıl sır ermiyor.”

Amirin bu sözüne karşılık güldü genç memur. Memurun gülüşüyle sarsıldı Leyla. Gencecik çocuk, önündeki hayata dair umutları var. Leyla’nın da vardı. Okulu bitirip mesleğini yapacak, mesaiden yorgun argın eve geldiklerinde, kısık gözlü adamın dizlerinde dinlenecekti. Okulun son senesinde kıskançlık krizleri ile okula göndermedi ilk olarak. Çok seviyordu çünkü. Leyla önce kaydını dondurdu, sonra dayanamadı, gizli gizli tamamladı okulu. Öğrendiğinde deliye döndü kısık gözlü adam, ilk tokadı attı. Çok ağladı Leyla ama adam çok pişmandı. Özür diledi, o da ağladı. Erkek adamın ağlaması büyük fedakarlıktı. Onlarınki büyük aşktı.

Sonra çalışmak istedi Leyla. Tokat yetmedi bu kez adama. Üç gün Leyla’nın da gözleri kısıktı. Çok pişmandı adam yine ama çok seviyordu işte, hep ondan oluyordu. Vazgeçti çalışmaktan Leyla. Çırak sana dik baktı, diye dayak yedi bir seferinde. Vazgeçti bakkala, markete gitmekten. Bir kez de eve tamirci girdi diye… Her zaman dayak yemiyordu elbette. Mesela yemeğin tuzu fazla olduğu bir gün, önceki akşam hatırlamadığı bir sebepten yediği dayaktan kalma yarık dudağı ile tuz yedirmişti Leyla’ya. Kapıya arkadaşım dediği adamlarla dayandığı gecenin ertesinde evden ayrıldığını anımsarken utançla doldu içi.

Kendini kandırmıştı ama amiri kandıramıyordu. Kısık gözlü adam saçlarından sürüye sürüye evinin önünden onu almış, yarı baygın buraya getirmiş, yıldızlar ona acıyarak bakmıştı.

Kendine geldiğinde sırtında böğründe bir üşüme, göğsünün üstünde bir hırıltı ve pis bir sıcaklıktı hissetmiş, ayıldığını fark eden adam küfürler yağdırmıştı. Kurtulmaya, toprağın serinliğine kavuşmaya çalıştığında da ilk bıçak darbesini yemişti. Yıldızlar yine acıyarak bakmış, akıl edip biri de elini uzatmamıştı Leyla’ya.

Gerçekliğiyle yüzleşirken, Sardunya biçimindeki bir yıldız kümesine takıldı gözü. Karar verdi: göğe yükselince, o sardunyayı söküp atacaktı. Yıldızlar ve komşular sardunyaya dalıp, yardıma koşmayı ertelemesinler diye ant olsun ki o sardunyayı sökecek, bir çıkmaz sokağın sonuna gömecekti.

“Hadi Erol, ara ekibi sor, bulmuşlar mı şerefsiz eski kocayı? Getirsinler merkeze. Nermin’e de sor, annesine ulaşmış mı? Hiç olmazsa ölüsüne sahip çıksın kızının.”

“Tamam Amirim. Bu arada… dünkü maktulün erkek arkadaşını da merkeze almışlar. “

“O da vardı değil mi? Tamam, bunu da bulun getirin. Bakalım önce hangisini salacaklar dışarı?”

Yadırgak Patlıcan

Yadırgak Patlıcan

Bilmediğin kelime ve kalıpları oraya buraya serpiştirmek, çocuklar yapınca eğlenceli oluyor. Yetişkin bünyeler yaptığında ise utanacağın anılar biriktirmekten başka bir işe yaramıyor. Yapmayın annem, yapmayın kuzum!

Kelimeleri beğeniyorsan ve fakat sözlük açıp bakmaya üşenen bir bünyeye sahipsen, hiç kullanma demiyorum. Hobi olarak yine cümle içinde kullan, lakin bunu topluma açık mecralarda yapma gözünü seveyim.

Peki ben bu konuda bilirkişi miyim? Yooo…

Hiç komik duruma düşmedim mi? Bittabi düştüm!

Hepsini paylaşıp, utanç verici anılarımı topluma açmak gibi bir düşünceye sahip olmasam da, aklıma geldikçe güldüğümü paylaşmamda bir sakınca yok. Üstelik ana dilimde utanmadım.

Böyle bir anım Farsça ile ilgili var.

Farsça bazı kelimelerin kulağa hoş geldiğini düşünürüm hep. Azeri kelimelerde de şiirsel hitaplar vardır. Hani bizim Doğu yörelerimizde de rast gelebildiğiniz türden; sevdiceğin, evladın sana seslendiğinde Caaaaannnn… denir mesela. “Efendim?” gibi bir yanıt.

Neyse işte, ilk ve son kez İran’a gittiğimde de Azeri Türkçesi, Farsça ve İngilizce karışık giden bir yemekli görüşme esnasında badem can diye bir ifade duymuştum. Babamın evlat sevgisi çok kabardığı ve normalde sıkıcılık seviyesinde ve karşısındakine öz güven eksikliği yaşatacak kadar düzgün olan Türkçe’sinin değiştiği zamanlarda, yüreğinden kopup gelen Caaaannn ifadesine benzediğinden, havada kaptım ifadeyi. Çok sevdim ve kullanayım istedim.

Seyahat dönüşü, o zamanlar 3-4 yaşlarında olan oğluma kavuştuğumda birkaç hafta süresince ona badem caaan diye seslenir oldum.

O kadar içten diyorum ki Babamın dile gelmiş yüreği benim Badem Caaaannnn diye uzatıp, kendimce muhteşem vurguladığım hitabımda artarak vücut buluyor. Yavrum da benim bu heyecanlı seslenişime kocaman gülümsemelerle karşılık veriyor tabii. İçim yarılıp, sevgim akıyor çünkü dudaklarımdan.

Aşırdığım ifade ile ikimiz de çok mutluyuz çokkk!

Sonunda akıl edip, İranlı arkadaşa bu ifadenin tam karşılığını sorduğumda patlıcan olduğunu öğrendim. Dudaklarımdan yol bulup dışarı akan evlat sevgim değil, kabzımal lügatıymış meğer.

Bir daha kullanmadım. Yüreğim çok taşarsa “Caaaaannnn” diyorum babam gibi.

Benim için neşeli bir anı, bak utanmıyorum buraya yazarken. Sevgimi ifade etmek için yeni kelimeler, yollar aramışım. İyi niyetimden kurtarıyorum.

Bir de olduğundan daha entelektüel görünmek için kullananlar var ki; üzülüyor insan. Bazı durumlarda ise amaç, öyle zırvalayayım ki karşımdaki ne dediğimi anlamasın ve ikna olsun, oluyor.  Onlara zaten diyecek söz yok.

Şimdi yeni bir çeşit daha türedi. Sosyal medya gündeminde denk gelenleriniz vardır belki. Iftira atmak üzere kurguladığın karakteri konuşturmak için yapılan troll paylaşımlardan bahsediyorum.

Yapmayın annem, yapmayın kuzum!

Laik ve Seküler olmanın, arka fonda müzik ve şarap ile sağlandığına inananlar olduğunu düşünmek başka, bunu dile getirmek ve hatta bu konuda montajlar yapmak başka şey.

Troll olayım derken role kendini kaptırıp “buna uymazsan seni de yadırgarım” diyerek; yadırgama mefhumunun bir politik duruş, bir protesto şekli olduğuna inanacak kafaya nasıl geldin, onu da bir izah ediver.

Asıl yadırganacak durum, bilmediğini de bilmemek (bkz doğru yerde kullandım)

Kıyağım olsun, ben uydurayım şimdi.

Bundan böyle bilmediğini bilmeyenleri yadırgayacağıma, patlıcan sevmeyenler de olduğu gerçeğini yadsımayacağıma, bu sözlerimi kanıksayacağıma ant içerim!

Oldu mu? Olmadıysa yadırgayıverirsin.

Ne vakittir dememişim, bir uyarayım. Sakal bıyık tıraşınıza gereken ihtimamı (bkz. TDK ihtimam sözlük anlamı) gösterin sevgili dostlar.

Paris’e Varamadım Santrifüj Yapamadım

Paris’e Varamadım Santrifüj Yapamadım

1975’te Dadaş Diyarı’nda Moulin Rouge olabiliyorsa 1997-2001 arası yıllarda, daha batıdaki bir büyük şehirde neden olmasındı ki? Başladım aramaya kendi Moulin Rouge’umu. Sene 1997, şehir Bursa. Bulduğum cafe’nin adı Mağara Inn. Bırak 1975’in Moulin Rouge’unu, daha Fransız İhtilali’ne bile varamamışım!

Annemle babam, üniversitede tanışma hikayelerini “Bizim zamanımızda kantinler bile ilim irfan yuvasıydı” diye havalı anekdotlarla anlatırlardı. Moulin Rouge Kafe’de kitaplar okunur, çok dolu sohbetler yaparlarmış filan. Bu anlatılanlar 1970’lerin Erzurum’unda geçiyor😊. Kendi adıma Erzurum’un o yıllardaki halinde, Paris esintili kafe ismini yadırgamakla birlikte ortamın da abartıldığı ve “bak kızım, üniversitede sağa sola alıcı gözle bakma, varsa yoksa ilim irfanla uğraş” mealinde yönlendirmeler olduğunu düşünüyorum.

Yine de işime gelen kısmını hayallerime malzeme yapmışlığım vardır. Hayallerimde canlanan havalı isimli o kafelerde, Tolstoy mu Dostoyevski mi tartışan; benim havalı kütüphanemden ve yeri geldiğinde, bir yazarı heyecanla savunan veya duruma göre yeren bünyeme hasta kalacak arkadaşlar -mümkünse en yakışıklılarından elbette- hayal ederdim. Sene 1975 Dadaş Diyarı’nda Moulin Rouge olabiliyorsa 1997-2001 arası yıllarda, daha batıdaki bir büyük şehirde neden olmasındı ki?

İşte bu hülyalarla girdim sınava. Hayaller İstanbul, Ankara ve belki İzmir’de bir Üniversite iken oralarda istediğim bölüme nefesim yetmeyince, Bursa’da okumak kısmet oldu.

Kamu Spotumsu çıkarımım: Moulin Rouge ve biscolata bünyeli arkadaşlarla ilgili hayallere daha az zaman ayırıp, daha fazla ders çalışmak lazımmış demek ki.  

Büyük şehir, köklü üniversite diye motive olarak dedim ki; ben de anı biriktireceğim, ileride de çocuklarıma anlatacağım “Ahhh Ahh bizim zamanımızda kafeler, kantinler ilim irfan yuvasıydı evladım. O sosyal aktiviteden bir diğerine koşardık”

Hayalimdeki çocuklarıma kuracağım cümlelerimi hazırlamış olarak vardım fakülteye. Gerçekler hayallerimden çoook uzaktı oysa. Değil sosyal aktiviteye gitmek, bir fakültedeki dersten, bir diğerinde verilene yetişmek için dilim dışarıda tepeyi aşmak için koştururken buldum kendimi. Uydurmuş olmayayım, bazen hava çok soğuksa, minibüse indi-bindi ücreti verip giderdik. Mesafe öyle bir mesafe, yan binaya geçiyorduk sanılmasın. Hayatın her döneminde spora mesafeli olan bünyemi bu koşuşturma çok yordu.

Hatta ve hatta, bu kadar koşuşturma, tırmanma yaptığımıza göre diplomanın yanı sıra tezkere bile verirler diye ümitliydim.

Hayatım boyunca trekkinge para vermedim. Zamanında 3 sene (son sene tüm dersler kendi bölümümüz bünyesinde tek binada yapılır oldu şükür) üstüne burs da alarak yaptığım bir aktiviteye neden para vereyim arkadaş?

Başladım aramaya kendi Moulin Rouge’umu. Sene 1997, şehir Bursa. Benim bulduğum cafe’nin adı ne peki? Mağara Inn. İnsanlığın gelişimine ters yönde ilerleyen bir durum söz konusu, bırak 1975’in Moulin Rouge’unu, daha Fransız İhtilali’ne bile varamamışım! Yanlış hatırlamıyorsam Heykel istikametine doğru çıkarken meşhur yokuşlu caddelerden birinde sağda bir tepenin içerisindeki bir taş oyuğunu, kafeye çevirmişlerdi. İçine 2 sedir ve üç adet -illa ki kırmızısı yoğun- kilim, ortaya kütük üstüne sinide bakır kap konularak yapılmış, olmazsa olmaz dekorasyonlu bir yer. O kadar loş ki; değil kitap okumayı, burnunu düşürsen bulamaz, hayatına 4 duyu ile devam edersin. Mağarada darlandım, dışarıda oturayım dersen, küçük ön bahçesinde taş zemin üzerinde 3 masa var. Bu kısım Fransız ihtilaline ilaveten sanayi devrimini de görmüş geçirmiş, hatta teknoloji o kadar ilerlemiş ki plastik icat olunmuş, masa sandalye plastikten mamül, 3 metre yanından da belediye otobüsleri geçiyor. Velhasılı kelam, aradığım irfan yuvası değildi.

Vazgeçmedim, dedim derslerde bir Moulin Rouge havası yakalanır. Çünkü ebeveynlerimin “Kafelerde kitaplar okunur, tartışılırdı” minvalindeki girizgahlarından sonraki cümleleri genelde -hocalarıyla arkadaş gibi oldukları ve hayata dair pek çok aydınlanmayı kendilerine borçlu oldukları- şeklinde devam ederdi. Dolayısıyla hayalimde, pipolu ve illa ki keçi sakallı akademisyenler şöyle diyordu “Gençler; bilgi ulaşmak isteyene her daim yakındır. Bilimi sadece ders kitaplarında aramayın. İlgisi olan zaten okur öğrenir; gelin biz  Fransız sinemasından bahsedelim biraz, hatta bakın biscolata erkeği bu arkadaşımız size çekimlerde tanıştığı farklı coğrafyalardan insanların gıda saklama yöntemlerini konu edinen bilimsel tezini, tişörtsüz olarak anlatsın”

“Bu ne” deme! Bahsetmek istediğim kavramların altını çiziyorum bak. Yapabiliyorsan sen daha anlamlı bir paragraf yaz.

  1. Biscolata erkeği (mümkünse tişörtsüz)
  2. Tarihte Gıda saklama yöntemleri
  3. Nezih Akademik Ortam ve kitapları ezberletmeyen -gerçek hayat dışarıda gençler- mottolu bir Akademisyen
  4. Moulin Rouge veya o ayarda Fransız esintileri taşıyan ortam

Hadi buyur😊

Hocalarımız sağ olsunlar, alanlarında gayet başarılılardı. Kendilerine tek kırgınlığım biri de sınıfa ya da laboratuvara biscolata erkeği getirmedi ki bize tez çalışması ile feyz versin😊

Hayallerimdeki Fransız esintili kurgulara en çok yaklaştığım an, derslerde santrifüj tekniğinin anlatılmaya başladığı yıldı. Çok heyecanlandım elbette. Santrifüj, seperasyon, spektrum….. Ohh dedim ohhh. Tabii ki 1. Sınıf çömezleri bistrolarda bir eli cebinde dünya edebiyatının tartışıldığı, sanat tarihinden örnekler verilen görüşmelere almıyorlardır. 2. Sınıfa gelince girizgahı yapıyorlar.

Şimdi bu satırları yazarken geriye dönüp okuduğumda, fark ediyorum ki galiba ben Gıda Mühendisi olmamalıymışım. Fakülteden beklentilerimin, alandan ne kadar uzak olduğuna bakınca; teknik resim dersini bütünlemede zorla geçebilmiş olmam gayet normal. Hatta ve hatta, bu satırları o zaman yazmış olsaydım, bütünlemede bile geçmememi sağlamaları gerekirmiş.

Santrifüj Kelime anlamı: Fransızca centrifuge 1. Sıfat, fizik Merkezkaç ; 2. İsim Merkezkaç kuvvetten yararlanarak bir karışımın taşıdığı çökebilir ögeleri ayırıp çöktürmekte kullanılan laboratuvar aleti, santrifüjör. …….. (bkz TDK Sözlük)

Tamam, güzel de; benim beklentim bu değil. İstiyorum ki tatilde eve gidince hava atayım bizimkilere, dersler su gibi akıp gidiyor, kalan zamanlarımızda hep santrifüj, hep seperasyon….

Yutturamayacağımı ve hatta “ah ben buna hamileyken folik asit alamadım ondan böyle alık oldu bu” diye Rahmetli Annemi kedere gark edeceğimi kestirerek, bu cümleleri kurmadım. Hayallerimdeki ilim irfan yuvası kantinlere ulaşamamamın acısını, böğrüme gömüp, yoluma devam ettim. Az buçuk form tuttum, diplomamı aldım, tezkere sordum yüzüme boş baktılar, döndüm geldim.

(Allah’ım n’oluuur diplomamı geri almasınlar! Amin)

Bu yazının amacı ne mi? Benim ergenlik yıllarımda kurduğum muhteşem saçma hayallerimin, bu alanda da gerçek hayatla örtüşmediğinin tespiti dışında bir amacı, sonucu faydası yok.

Buraya kadar okuduysanız, size ne faydası var peki? Çok faydalı diyemem. Lakin, en azından iki yerde tebessüm edip, kendi gençliğinin hayallerinin kaçı gerçek olmuş, kaçı “iyi ki gerçekleşmemiş” diye birkaç dakika gökyüzüne ya da dümdüz tavana bakıp düşünmene vesile olduysa ne ala.

Sağlık, neşe, mutluluk ve iç huzuruyla kalın.

Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 8 – Final

Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 8 – Final

Şaşkınlıkla etrafa bakınırken üzerine düşen gölgesiyle Kaptanın güverteden uzanmış elini fark etti.

Uzanan eli tutup kendini tekneye attığında, şaşkınlığı geçene kadar güvertede gökyüzüne bakarak yattı. Az önce denizin derinlerinde normal karşıladığı her şey sanki bir rüya gibi geliyordu.

Elinde havlularla hiç konuşmadan bekleyen Kaptanı fark ettiğinde ayağa kalktı ve saatler önce yemek yiyip sohbet ettikleri masaya yerleşti. Ellerini başının arasına alıp kendini dinledi. Hayır sarhoş ya da uykusuz değildi.  Pullarının parlaklığının arttığını fark etse de şaşırmadı. Atargatis öpücüğünün işareti elbette sahibine yakınlaşınca daha da belirginleşmişti.

Sonunda, gözlerini karşısındaki düşünceli adama dikerek konuşmaya başladı.

-Beni oyaladın Kaptan. Ya da Koruyucu Koray mı demeliyim? Sabahtan beri Dedenle ilgili masallar anlatıp uyuttun beni. Desene “böyleyken böyle” diye.

– Dedemle ilgili masalları değil, gerçekleri anlattım. Haksızlık etme, benden şanslısın.

Hala kızgın bakan Ege cevap vermeyince devam etti konuşmasına Kaptan.

-Ben senelerce dedemin masallarını dinledim, ve yine senelerce öldüğünü düşündüm, anlattıklarımla çevremdekiler tarafından aklı eksik görüldüm hatta. 15 Yaşında kuyruk mührüme kavuştuğumda babam yine de inanmadı dedemin masallarına. Şanslısın, benim 21 yılda parça parça kendimden, aklımdan, dedemin aklından şüphe ederek öğrenip bildiklerimi sen bir gün içerisinde öğrendin genç adam.

– Her şey planlıydı yani. Dün bu teknede olmam, seninle tanışmam, bugün beni araman planlı mıydı gerçekten?

– Ben bir plan yapmadım. Tekneme bir koruyucu adayı geleceğinden haberim yoktu, ama birbirimizi hissederiz. Elbette sen hissedemezdin çünkü henüz seçimini yapmadın. Tekneye adımını atar atmaz sana rehber olarak seçildiğimi anladım. Görevlerimizden biri de budur. Adayı, seçimini yapabileceği kavuşma noktasına götürmek, geçmişi az da olsa anlatarak onları seçim yapmaya hazırlamak.

– Koruyucuların başka ne görevleri var böyle?

-Kraliçe’nin anlattığı gibi genç adam bir de Koruyucu adayına denk gelirsen rehberlik edecek, Atargatis’le buluşturmak üzere onu denize kavuşturacaksın.

– Senin de rehberin seni oyalayıp kandırdı mı böyle?

– Kısmen kandırdı. Öyle olmak zorundaydı. Yaşımız gelene kadar tüm detayları öğrenemeyiz. Benim rehberim amcamdı. Düşün öz amcam bile zamanı gelene kadar benim şüphelerime, tüm anlattıklarıma rağmen sessizliğini korudu. Dedemin ölümünden bir süre sonra babamla amcam tartışmışlar. Sebebini bilmiyordum. Uzun yıllar görüşmedik. Yıllar sonra babamın cenazesinde gördüm onu. O günden sonra hep irtibatta kaldık. Meğer seçim günüm gelene kadar yanımda olmak istemiş. Benim rehberim de o oldu.

– Amcan koruyucuydu yani?

– Hala koruyucu

– Baban peki? Aynı soydan yürümüyor muydu bu görev?

– O seçimini “unutmaktan” yana kullanmış. Amcam ise bir akademisyen olarak hem karada hem denizde koruyucudur. Denizlerle ilgili birçok felaketle ilgili araştırmada imzası vardır. Halen de devam ediyor. Araştırmaları öyle Televizyonlarda yer edecek kadar ilgi görmüyor ama kendi camiasında meşhurdur.

– Bu kadar az bilgi ile nasıl karar verilir? Koruyucu oldum diyelim, beceremezem ne olacak?

– Bu kadar büyük bir seçimi yapıp hayatı boyunca altında ezileceği bir sır taşıma kararı alan kişi zaten görevi layıkıyla yapabilecek olandır. Seçimim ne olmalı sorusuna gelince. Seçimini ancak sen yapabilirsin. Ben sadece seni neler bekliyor, koruyucular ne yapar onu izah edebilirim. Kraliçe gibi bir onarma gücümüz yok ve olamaz ama gelecekte daha büyük yıkımlar yaşanmasının önüne geçmek için çabalayıp sorunları dile getirmek, afetlerde diğer insanları organize edip onlara yol gösterici olmak Atargatis’in yükünün çok daha fazla artmasının önüne geçebilir. Ya da en azından amacımız bu.

– Diyelim ki eski hayatıma dönmeyi seçtim. Dün ve bugün Atargatis’le karşılaşmamı hatırlamayacakmışım. Ya seninle konuştuklarımız ne olacak Kaptan? Deden, Amcan, yemekte bana anlattıkların? Sonra bendeki bu pullar ve sende gördüğüm pullar?

Kahkaha attı Kaptan. O eski rahat haline dönmüştü.

-Unutmayı seçersen pul mührü yerine kuyruk mührünle hayatına devam edeceksin. Bugüne ait hatıraların ise seninle ettiğimiz kahvaltı, içtiğimiz rakı ile sana anlattığım dedemin masalları olacak. Balıkların selamı, benim mührüm ve Kraliçenin güzelliğine ait hiç hatıran kalmayacak. Günü geldiğinde belki çocukların seçimlerini bu yönde kullanırsa Tanrıça onlara senin hatırlamamayı seçtiğini anlatacak.

-Bu kadar mı yani?

-Bu kadar

-Peki biz seninle akraba mıyız? Sen de benim unutulmuş bir amcam filan mısın?

-Hahaha hahaha. Yok daha neler. Bir kere senin amcan olabilecek yaşta değilim. Bir şekilde soyda bir bağlantımız olmalı. Senin annenden gelen mühür, bana baba tarafımdan geldi. Kısacası dedemle annenin ailesi, uzaktan da olsa bir şekilde aynı soydan geliyor olmalı. Bunun pek önemi yok. Bayram ziyaretlerinde elimi öpmeye gelmeni beklemiyorum. Hahaha Hahaha!

-Nasıl bu kadar rahat olabiliyorsun? Deniz kızı ile konuşup, dedenin denizin dibinde yaşadığını biliyorsun, mercanlardan balıklara kadar çeşit çeşit canlının anlattıklarını sen de biliyorsun ve hala kahkaha atıyorsun.

-Elimden geleni yapıyorum genç adam. Vicdanı rahat olan her canlı, hayatın kıymetini bilir ve elinden geleni yapıp ettikten sonra her saniyesini iyi değerlendirir. Biz koruyucular, sorunlarını öğrendiğimiz derin denizler için ağlayıp sızlamakla vakit geçirseydik şu an bu musilaj gibi bin çeşit daha bela, deniz yaşamının sonunu getirmiş olurdu. Umudu taşımak, çevrene umut vermek, bunu yaparken boş oturmamak lazım.

-Politikacı olmalıymışsın!

-Ahhahah hahah. O da olabilir bak. Koruyucular karada da görevler edinirler demiştim. Bildiğim bir politikacı yok Koruyucu olan. Belki sen o yolu seçersin ne dersin?

-Yok artık daha neler!

-Hahah hahaha. Tamam tamam senin o yönde hevesin olmadığını görüyorum. Demem o ki, şu an aklına gelmeyen birçok mesleki faaliyetle karada da önlemler alınabiliyor. Seçimini yaptığında farklı mesleklerde koruyuculara denk geleceksin. Geri dönüşüm işiyle ilgili bir iş insanı, büyük bir bankanın sosyal sorumluluk yatırımlarını yönlendiren bir yetkili, belki bir veteriner hekim, belki dalgıç, yüzücü, belki eğitmen, bazen bir çöpçü

-Belki bir Kaptan!

-Hahahah hahaha. Evet belki bir Kaptan. Çeşitli mesleklerle ilgilenseler de mutlaka denize sevdalıdırlar. Tekneyle, denizle geçer ömürlerinin çoğu.

-Çok karmaşık çoookkk.

-Değil aslında. Dün denizlerle ilgili ne hissediyor, ne yapmak istiyorsan onu yapacaksın. Kararını vereceğin şey bu sırrı saklamak şartı ile denizdeki tüm canlılarla iletişim kurabilmek, denizin dibinde nefes alabilmek. Bir de şu pırıltılı pullarla yaşamayı öğrenmek var tabii. Hahah ahahaha

-Bir de o var… Seninki öyle görünür değil. Ben nasıl izah edeceğim. Cüzzamlı muamelesi yaparlar insana. Hatta Covid’in yeni belirtisi mi diye komplo teorileri bile yapılır muhtemelen. Bu sıralar çok moda malum.

-Bak ne diyeceğim. Amcamın oğlu, yani kuzenim. O da hatırlamayı seçenlerden, benden küçüktür ama yine de seçimini yapalı çok oluyor. Mührünün etrafına bir dövme yaptırmış. Oldukça da havalı. Soranlara pul şeklinde özel piercinglerini Tayland’da yaptırdığını söylüyor. Fazla da kurcalamıyor insanlar. Muhteşem renklerde bir dövme içine özel bir piercing fikri yaratıcı bulunuyor.

-İyi fikirmiş

-Hayırdır seçimini yaptın, pulları kamufle etmenin yolunu mu arıyorsun şu anda?

-Ne bileyim? Her yönüyle düşünüyormuş gibi kendimi kandırıyorum sanırım. Bu bir seçim sayılmaz sanki. Bugün gördüğüm her canlının bana anlattıklarını duyup da, hayır ben bunları duymak, bilmek, çözmek istemiyorum demek mümkün mü?

-İşte, göreve layık olduğunun göstergesi. Babam mesela unutmayı seçmiş. Kötü bir adam mıydı? Hayır, aksine çok iyi adamdı rahmetli. Sadece iyi olmak, bencil olmamak yetmiyor, cesaret de ister bu seçim.

-Politikacı olmak istemediğinden emin misin sen?

-Hahaha Hahahaha. Eminim, eminim!

-Gece yarısına çok var daha. Kararımı verene kadar benimle mi kalacaksın?

-Seni denizin ortasına atıp kaçacak halim yok, daha önemli bir işim de yok. Hadi seni düşüncelerinle baş başa bırakıp sofra kurayım.

-Kaptan ıslıkla çaldığı o melodiye yeniden başladığında daha önce olduğu gibi teknenin etrafı çeşit çeşit balıkla doldu. Zıplayarak dans eden balıklardan iki tanesi tekneye atıverdi kendini. Kaptana sesleniyordu balıklar.

-Eyy Koruyucu, denize döneceğin güne kadar seninle kalmak istiyorum.

Kaptan ıslığına ara verip balıkları eline aldı. Birini yüzüne yaklaştırarak fısıldadı.

-Sen Dostum, biraz daha beklemelisin. Bize bugünlük bir yaren yeterli.

Böyle söyleyerek balıklardan daha genç olanını usulca denize geri bıraktı. Kaptan, ıslığına devam ederken, güneş usulca batıyor, denizle kavuştuğu noktada harika renklerle denizcilere veda ediyordu. Manzarayı seyretmeye doyamayan genç adam, bugün gördüğü güzelliklerden başı dönmüş halde saatlerin geçmesini istemiyordu. Gördüklerinden mutlu olduğu anlamına gelirdi bu. Bunları unutmak istemediğinden çok emindi artık. Zor karar veriyormuşçasına kendini kandırıp, bu çeşit göreve layık olacak kadar ince düşündüğünü ispat etme çabası içindeydi.

-İyi de kime ispat?

– Ne?

– Kendi kendime söylendim Kaptan. Ne saçma sapan havalara girip kıvrandım, ona kızıyorum. Tabii ki elimden geleni yapacağım. Atargatis öpücüğü, kuyruk mührü, pul mührü, soydan gelme ya da gönüllülük esasına dayalı bir görev. Ne fark eder? Herkes nasıl elinden geleni yapacaksa; ben de yapacağım, mühürle veya mühürsüz.

– Ooooo… Hoş geldin Koruyucu

– Eee şimdi ne olacak? Kraliçe’ye nasıl ulaşacağım? Denize mi atlamalıyım, nasıl oluyor?

– Parmağının ucu ile burnuna dokunarak kendi etrafında 3 kere dönecek ve Atargatis Atargatis Atargatis diye sesleneceksin.

Parmağını burnuna dokundurmuşken derin bir ses duyuldu denizden

-Koruyucu Korayyyyyy!

-Hahaha hahahah! Kraliçem özür dilerim ama, ama haha hahaa ama eğlenmekten zarar gelmez. Hahaha hahahah ……

-Sen onun kusuruna bakma Genç Adam. İçinden geçtiği an, en yakın deniz noktasında buluşurum seninle.

-Ben, ben seçimimi yaptım Kraliçe Atargatis. Elimden geleni yapmaya hazırım. Koruyucu olarak size eşlik etmek istiyorum.

-Çok sevindim. Kararın kesinse mührü sabitleyebilirim. Emin misin?

-Eminim tabii kraliçem. Ne yapmam lazım sabitlenmesi için?

-Mührümün bulunduğu yere işaret parmağınla dokunacak, diğer elinin parmak ucuyla da burnunu tutarak, haha haha…….

-Hahahahah Kraliçem ama bana kızıyorsunuz siz kendiniz hahahah ahahaha

Kraliçenin zarifçe çınlayan kahkahası ile Kaptanın çılgın kahkahası birbirine karışırken Ege de gülmeden duramadı. Belli ki Kraliçe de biraz neşelenmekten zarar gelmeyeceğine ikna olmuştu.

-Kusura bakma genç koruyucu. Koray’a uydum ben de. Evet kararın kesinse?

– Evet Kraliçem, kararım kesin

Kraliçe bir kuyruk darbesi ile denizde yükseldi. Ege’nin pullarına avucunu yaslayıp, dudaklarını genç adamın alnına dokundurdu.

Avucunu çekmeden alnından uzaklaşan dudaklarıyla kulağına fısıldadı.

-Dünyam dünyan, mührüm mührün, soyun deniz bereketinde olsun, işaretim soyunla yürüsün

Böylece deniz seviyesine yeniden inip kocaman gülümseyerek ilave etti.

-Hoş geldin Koruyucu

– Hoş bulduk Kraliçem

– Sık sık görüşeceğiz. Şimdi yeni hayatının ilk dakikalarının tadını çıkar

Bunları söyledikten sonra kuyruğunu hızla çarpıp bir anda denizin derinliklerinde kayboldu.

-Hoş geldin aramıza

-Hoş bulduk Kaptan. Eee nasıl hitap edeceğiz birbirimize? Bir şifre ya da özel selamlaşma filan var mı?

-Olmaz mı? Bir parmağımızla burnumuzu tutarkeeennnnn… hahahaha

-Ammann Kaptan ya….

-Hadi hadi! Şimdiden havalara girme. Karnımızı doyururken bol bol sohbet edeceğiz, gel şöyle. Hangi ünlüler Koruyuculardan, onları anlatacağım. Bazı isimleri duyunca aklın gidecek!

Sanki 40 yıllık koruyucuymuş gibi yadırgamadan dinliyordu Kaptan’ı. Seçilmiş bir grupta olmanın gururunu ve deneyimli bir rehbere sahip olmanın mutluluğunu hissederek yakamozları seyrederek başladı yeni hayatına.

SON

Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 7 – Mühür

Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 7 – Mühür

Kaptanın yüksek perdeden kahkahası ile hikaye aniden bitiverdi. Kendini o kadar kaptırmıştı ki; o gençten Kaptanın dedesine oradan da kendi başına gelenlere kadar tüm detayları öğrenecekmiş gibi dikkatle dinliyordu. Hayal kırıklığını kırık bir gülüşle saklamaya çalışarak sordu:

– Deden koruyuculardandı yani. Ben de koruyucuların soyundan mıyım?

Kaptan bu kez kahkaha atmadı, manidar gülümsemekle yetinip kadehinden bir yudum daha aldı. Aklında birşeyler varmış da söyleyip söylememek arasındaymış gibiydi.

-Hangi cevabım seni mutlu edecekse doğru cevap o!

-Şaka bir yana gerçekten pullar konusunda endişelenmeme gerek yok mu sence? Çocukluğunun eğlenceli masalları beni rahatlatmalı mı bilemiyorum. En iyisi bir doktora görünmek.

-İşin uzmanı ile görüşmekte fayda var. Hadi bakalım, çok oyalandık biraz da yüzeriz ne dersin genç koruyucu?

Son cümlesini manidar bir gülümseme ile söylemişti. Nedense bu ani iniş çıkışlardan korkması gerekirken kendini güvende hissetmeye devam ediyordu. Dün tanıştığı, az bilinen konular hakkında fazlasıyla konuşan, birden kahkaha atıp birden ciddileşen bu adam, onu denizin ortasında parçalara ayırıp balıklara yem bile yapabilirdi oysa.

Kaptan bir ıslıkla hoş bir melodi mırıldanarak tekneyi hareket ettirirken o da masadaki bulaşıkları topladı. Kadehleri tazeledi yeniden güverteye çıktığından hava harika, melodi çok huzur verici idi. Teknenin etrafında çok çeşitli balıklar yüzüyor zaman zaman yüzeye sıçrayıp adeta melodiyle dans ediyordu. Rakının gevşetici etkisiyle böyle gördüğünü bilse de çok huzurlu hissetti.

Gözlerini kapatıp melodiye kendini kaptırdığı için ne kadar zaman geçtiğini kestiremedi ancak az sonra teknenin motoru sustu. Belli ki Kaptan yüzmek için güzel bir yer seçmiş ve Sirene’yi durdurmuştu. Gözlerini aralayıp Kaptan’a baktığında Islıkla çaldığı melodiye devam ederken güvertenin sağından solundan  deniz bakıp gülümseyerek, balıkları seyrettiğini gördü.

-Hadi bakalım genç adam. Sen de ıslan artık!

– Mayo getirmedim Kaptan. Sen yüz ben beklerim.

– Mayosuz yüzeriz. Çıplak doğduk hepimiz, utanacak bir şey yok bunda, kendini rahat hissedeceksen ben önden atlarım

Bunları söylerken birden şortunu çıkarıp güverteden atlayıverdi. O kısacık zamanda mayosunun kapattığı kısımda, beli ile kalçası arasında pırıl pırıl parıldayan pulları gördüğünde gözlerine inanamadı Ege. İçkinin etkisi mi, güneş ışınlarının bir oyunu muydu kestiremedi.

Şaşkınlıkla Kaptanın atladığı yere yanaşıp denize doğru baktığında O’nu gördü. Pırıl pırıl kuyruğu ile güzeller güzeli bir deniz kızı, suda dans eden saçları arasından gülümseyerek Ege’ye bakıyordu.

Şaşkınlıkla sevinç arasında bir duygu karmaşasında hiç korkmadığını farketti.

Deniz Kızı Suyun yüzeyine çıktı ve Ege’ye elini uzattı.

-Hoş Geldin Ege, seni yeniden görmek çok güzel.

-Hoş bulduk, sizi de görmek çok güzel

Bunları söylerken kelimeleri özellikle mi seçti, yoksa şaşkınlıkla söylenmesi gerekeni mi söyledi kestiremiyordu. Çok uzun sürmüş bir özlemden sonraki kavuşma isteği onu denize çektiğinden Deniz kızının uzattığı eli tuttu ve bir anda kendini denizde buldu. Güverteden gülümseyerek ona baktığını fark ettiği Kaptan Deniz Kızına doğru reverans yaptıktan sonra seslendi.

-Burada bekleyeceğim Genç Koruyucu. Uzmanla görüşmek faydalı olur demiştim. Hahaha hahaha

Sanki hepsi çok olağanmış gibi geliyordu Ege’ye. Kaptan ne zaman tekneye çıktı, gerçekten deniz kızının elini mi tutuyordu? Çok anlamsız ama çok huzurluydu olanlar. Korkmadı, rüya gördüğünü düşünmedi Deniz Kızı’nın elini bırakmadan ona doğru dönerek başıyla selamladı.

-Siz, siz Thessalonike misiniz?

Çınlayan bir kahkaha attı Deniz Kızı.

-Koruyucu Koray’la fazla zaman geçirmişsin Genç Adam. Thessalonike efsanelerde ve Koray’ın hayal dünyasında yaşar. Ben Atargatis’im. Gerçi seninle daha önce tanışmıştık ancak hatırlamaman normal.

– Dün, dün denizde gördüğüm sendin. Yani sizdiniz…

-Dün de görüştük ama tanışmamız çok daha önce. Gel benimle, hem dolaşalım hem konuşalım. Soruların vardır.

Elinden tuttuğu genç adamla denizin üstünde ilerleyip yanlarına gelen balıklarla oynaşarak anlatmayı sürdürdü Atargatis.

-Sen Koruyucu nesildensin. Annen tercihini yapacağı 21 yaşında bana geldiğinde farkında bile değildi ama sen onun rahmindeydin. İşte o gün tanıştık. Annen mührü taşıdığı için denizde ona ölüm yoktu ancak koruyuculuğu seçerse sen hiç dünyaya gelemeyecektin. Karaya gönderip senin mührünün belirmesini, ardından yetişkin olmanı beklemek daha uygun olacaktı. Kısacası çok çok uzun zaman önce tanıştık genç adam.

-Annem, annem de mi koruyucu yani?

-Hayır daha genç olan koruyucu olarak “seni” korumam gerekiyordu. Bu yüzden ona tercih sunmadım.

-Anlayamıyorum

-Genç Adam, bugün bir karar vereceksin. Koruyucu olmak ya da eskisi gibi hayatına devam etmek arasında bir seçim bu. Kabul edersen bunu kimse ile paylaşamazsın. Hayatında boyunca da Denizi koruyup kollamakta bana yardımcı olacaksın.

-Ben ne yapabilirim ki?

-Karada ne işle uğraşırsan uğraş, yardım gerektiğinde her şeyi ve herkesi bırakıp buradaki dünyayı ne pahasına olursa olsun koruyacaksın. Zamanı geldiğinde, dilersen benim dünyamda sonsuz yaşam sürmek üzere karadaki hayatından kopabilir ya da denizde ölemeyeceğin için karada ölümü bekleyebilirsin. Koruyuculuğu kabul etmezsen ne dünü ne bugünkü karşılaşmamızı hatırlamayacaksın ama kuyruk mührü senin soyundan devam edecek, çocukların da günü geldiğinde kendi seçimlerini yapacaklar.

-Senin sihirli güçlerin filan var sanırım. Koruyucuların da var mı böyle güçleri.

Şefkatle gülümsedi Atargatis.

Yanlarında oynaşan balıklardan birini Ege’nin boşta olan eline koyduktan sonra açıklamasına devam etti.

-Sihirli güç her zaman alevler şimşekler, büyük yıkıcı dalgalardan ibaret değildir Ege. Birçok yaşıtın seyretmekle yetinirken sen denizin temizlenmesi için elinden geleni yaptın mesela. Hatta hasta olduğunu düşündüğün halde fırsat verilmez diye saklayıp gün sonuna kadar canla başla çalıştın.

-Evet ama yalnız değildim. Benim gibi çok gönüllü çalıştı.

– Doğru, ama onlar mührü taşımıyorlar. Her canlının rolü başkadır. Sizin soyunuz özel. Ya da senin gibi daha havalı söyleyeyim belki bir çeşit sihir taşıyorsunuz. Siz diğer canlıları anlar ve gereken için çaba gösterirken o bahsettiğin iyi niyetli vicdanlı gönüllüleri doğru yönlendirebilirsiniz.

Ege’nin elindeki balık hala kaçmaya çalışmıyordu. Atargatis işaret etti. Gördün mü seni onlar da ayırt edebiliyor.

Ege’ni şaşkın halde azat ettiği balık diğerleriyle birlikte Ege’nin etrafında koca bir halka oluşturdular.

-Hoş Geldin Genç Koruyucu…Hoş Geldin…

Pullar, deniz kızı, konuşan balıklar… şaşkınlıkla bakakaldı.

-Onlar, onlar konuşuyor.

– Sadece sizinle… Yalnız ve yalnız koruyuculuğu kabul edenler duyabilir onları. Kirliliklerin kaynağını, kaçak avcıları, iklim değişikliklerinin etkilerinin boyutunu size fısıldarlar.

– Ben, ben ne yapabilirim?

– Gezimize denizin altında devam edelim

Böyle söyleyerek denizin dibine çekti genç adamı.

Atargatis hem hızla denizin dibinde onu elinden tutup gezidiriyor hem de anlatıyordu.

-Seçimini yaptıktan sonra tıpkı şu an olduğu gibi denizin altında nefes alabileceksin. Elbette bunu insanlardan gizlemen gerekiyor. Bizi korumak için olduğu kadar kendini de korumak için bunu saklaman önemli. Yoksa acayip deneyler için bir merkeze kapatabilirler seni. Hadi hızlanalım biraz, insanın tüm yıkımına rağmen denizin hala ne kadar güzelliklerle dolu olduğunu sana göstermek istiyorum.

Böylelikle çok hızlı şekilde denizin derinliklerinde dolaştılar. Daha önce görmediği deniz canlıları yanlarından geçiyor ve çok sayıda kirleticinin adını fısıldıyordu. Küresel ısınmadan dolayı artan su sıcaklığının yarattığı olumsuzlukları anlattılar, bir Caretta Caretta kumsala bıraktığı yumurtalarının üstünde güneşlenen insanlardan şikayet etti. Zamanın nasıl geçtiğini fark edememişti. Yüzeye çıktıklarında Sirene’nin hemen yanında olduklarını gördü.

Atargatis genç adamın elini bıraktı, yanağını eliyle okşayarak fısıldadı.

-Gece yarısından önce kararını ver genç koruyucu. Burada bekliyor olacağım

Bunları söyler söylemez bir kuyruk darbesi ile suyun içerisinde gözden kayboldu.

Sonraki Bölümü Oku

Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 6- Geçmişin Fısıltıları

Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 6- Geçmişin Fısıltıları

Kaptan hafif bir öksürükle boğazını temizleyip kadehinden bir yudum alarak ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturdu, uzaklara bakarak anlatmaya başladı.

Yüksek sesli kahkahaları atarak her hareketini tiyatro sahnesindeymişçesine vurgulu yapan Kaptan gitmiş, yerine hayal kırıklığı ve yorgunlukla bakan bir adam gelmişti. Bu kırgın yorgun adam fısıldarcasına anlatmaya başladı.

-Rivayet olunur ki Tanrıça Atargatis, deniz kızlarının ilki, suyun ve doğanın koruyucusu, bereketin sembolü güzel Atargatis, yüzyıllar boyu denizlerde ve karada tüm gücüyle insanların yıkımını onarmak ve en aza indirmek için çalışmış durmuş. Birbiri ile savaşan gemilerin can veren tayfasına denizlerini mezar yapar, balıkları besleyen vücutları için denizcileri, güzel şarkılarla anarmış.  Zaman geçtikçe insanların yıkımı sadece kendi türüne değil diğer türlere de etki eder olduğunda Atargatis akıllanmadıklarını gördükçe kızmaya başlamış. Gemiler artık bombalarla savaşıyor sadece tayfalarını öldürmekle kalmayıp denizdeki canlılara da zarar veriyormuş. Denizi bile yakmayı başaran bu insafsız ve bencil varlığa olan kızgınlığı gün geçtikçe artmış. Savaşan gemileri artık beklenmeyen dalgalarla alabora ederek cezalandırıyor bunu yaparken de her geçen gün daha çok yorulduğunu hissediyormuş.

Savaşan 2 büyük bir donanmayı batırdığı bir gece, kayalıkların arasındaki mütevazi evine dönmeye çalışırken çok yorgun olduğunu ve daha fazla ilerleyemeyeceğini anlayıp yakınlarda sığınacak bir yer aramaya başlamış. O sırada yakınlarda patlayan dinamitlerin etkisi ile Atargatis kendinden geçip akıntıyla kıyıya sürüklenmiş. Gözlerini açıp kendini insan yapımı bir iskelenin altında bulduğunda, genç bir adam telaşla kuyruğunun suyun üstünde kalan kısmına sular döküyormuş. Balıkçılar tarafından yakalandığını düşünüp çok sinirlenmiş ve büyük bir dalga oluşturmuş. Genç adam kovasını yeniden boşaltacağı sırada dalgayı gördüğünde hiç korkmamış. “Bu dalga seni güvenle derin sulara götürür. Hadi biraz gayret” diyerek Atargatis’in parıldayan gövdesine destek verip onu suya doğru göndermeye çalışmış. Dalga gittikçe yaklaşırken, iskeleyi bile yıkabilecek boyutta olmasına rağmen genç adam ne olduğunu anlamadığı bu güzel yaratığı kurtarmak için çabalamaya devam ediyormuş. Atargatis seslenmiş.

“Bu dalga senin hayatını sonlandıracak, hiç mi korkmuyorsun?”

Genç adam yarı balık yarı insan bu güzel canlının konuşmasına şaşırmış elbette. “belli ki özel bir türsün, lütfen evine geri dön, kurtar kendini”

Atargatis işaret parmağını yukarı kaldırıp dalgayı olduğu yerde dondurmuş bu kez. Genç adam şaşkınlıktan küçük dilini yutuyormuş. Bu tip durumlarda genelde insanoğlunun tutsak edip dileklerini gerçekleştirmesi için zorlayacağını ya da en düşük ihtimalle onu sergileyerek kazanç elde etmenin yolunu arayacağını biliyormuş Tanrıça. Genç adamı şaşırtarak onu tutsak etmeye çalıştığı an dalgayı daha da hızla ona çarpmayı hesap etmiş.

Beklediği gibi olmamış aksine Adam rahatlamış ve suyun içerisine Atargatis’in yanına oturmuş. “Bunu yapabiliyorsan güvenli denizine dönebilirsin. Senin için yapabileceğim başka birşey yoksa evime gidiyorum. Ahali gelmeden buradan uzaklaşırsan iyi olur. Ne sana, ne onlara bir zarar gelmesini istemem.”

Adamın korkusuzca yanına oturmasına içerlese de onu ele geçirmeye çalışmamasına ve güvenliğinden endişe duymasına karşılık parmağını yeniden havaya kaldırıp dalgayı tümden yok etmiş.

 “Pekala genç insan. Bana yardımcı olduğun için teşekkür ederim. Senin için yapabileceğim birşey var mı?”

Önce duraksayan genç adam sıkılgan bir şekilde konuşmuş. “karşılık için yardım etmedim ama evde bekleyen ailem için 3 balık tutmuştum seni gördüğümde şaşkınlıktan denize düşürdüm. Acaba suyun altına bakıp oradalar mı yerlerini bana gösterebilir misin?”

“Sana daha fazla balık verebilirim” diye yanıtlamış güzel deniz kızı.

“Fazlasına ihtiyacım yok, bize 3 balık yetiyor. Fazlasını alırsam denizde dinamit patlatanlardan ne farkım kalır”

Atargatis gülümseyerek kuyruğunu şaklatmış. Genç adamın 3 balığı bir anda kucağına düşüvermiş. Gözlerine inanamayan genç yine de bu mucizevi yaratığı tutsak etmeye veya kandırmaya çabalamamış. Balıklarını alıp Atargatis’i başı ile selamlamış, teşekkür ederek evine geri dönmüş.

Tanrıça şaşkın ama garip bir mutlulukla kuyruğunu savurup kendini denizin derinliklerine atmış. Bu yıkıcı türün içerisinde diğerlerine saygılı birilerinin bulunması ona güç vermis olacak ki yüzyıllar boyu tek başına tüm bu koruyuculuk görevinin verdiği yorgunluk ve bıkkınlık bir nebze de olsa azalmış.

Dinamitlerin patlatıldığı yere geri dönüp kurtarabileceğini kurtardıktan sonra bunu yapan tekneleri yakın zamanda cezalandırmak üzere yakınlarda bir kayalıkta dinlenmeye çekilmiş.

Ertesi gün yine civarda dolaşıp dinamitçi tekneleri beklerken ufak bir sandalda olta atıp balık bekleyen genç adamı görmüş. Adamı sevindirmek için iki oltasına da birer balık göndermiş. Daha denize açılalı çok az zaman geçmesine rağmen, ihtiyacı olan 3 balıktan ikisini yakalamış olduğu için çok mutlu olan adam sevinçle almış balıkları. Oltalarını yeniden denize atar atmaz, Atargatis 2 balık daha göndermiş. Oldukça şaşıran adam balıklardan birini eline alıp itina ile ağzındaki kancayı çıkarıp denize bırakmış. Diğer balığı ise öncekilerin yanına koyduktan sonra küreklerine asılıp kıyıya dönmüş.

Atargatis adamın hareketlerini anlamasa da üzerinde durmayıp, dinamitçi tekneleri beklemeye devam etmiş.

Ertesi sabah genç adamı sandal ile yeniden görmüş. Yine her şey aynı şekilde yaşanmış. Bu sefer Atargatis dayanamayıp kıyıya doğru kürek çeken gencin yanında belirmiş.

“Günaydın Genç Adam”

“Ooo Günaydın, Tehlikeli değil mi? Buralarda seni görürlerse yakalamaya çalışırlar. “

“Yakalayamazlar beni merak etme”

“Belki yakalayamazlar ama canından edebilirler seni. Her yeri patlatıyorlar, dikkatli ol.”

“Olurum sağol. Eee sen ne yapıyorsun. Balık tuttun mu bari?”

“Evet evet. Mucize gibi. 3 balığımı da hemen tuttum. “

“Erken daha. Belki başka da yakalarsın.”

“İhtiyacımız yok. 3 balık yeterli. “

Atargatis adamın samimiyetinden şüphe edip, onu denemek istemiş. Pırıl pırıl kuyruğunu bir anda denizin üzerinde şaklatmış ve kocaman bir balık sandalın ortasına düşüvermiş. Balığın renkleri çok güzel olduğu gibi boyutu da balıkçının tuttuğu 3 balığın toplamından bile büyükmüş.

Genç adam telaşla balığı yakalayıp denize salıverirken sinirle Atargatis’e seslenmiş.

“Ben ki kara yaratığıyım, denizden ihtiyacım olmayanı almam. Sen, kendi evinde, kendi komşularına bunu neden yapıyorsun?”

Sonrasında hırsla kürek çekerek oradan uzaklaşmış.

İlk deniz kızı, güzel Atargatis, genç adamın kendisini azarlamasından hiç gocunmamış ve hatta o günü oldukça neşeli geçirmiş. O kadar uzun zamandır yalnız başına verdiği savunmaya destek olan bu genç adamın varlığı onu çok mutlu etmiş.

Ertesi sabah yeniden genç adamın sandalını beklemeye başlamışken iki büyük tekne yanaşmış. Güvertede tayfalar harıl harıl hazırlık yapıyorlarmış. Atargatis teknelerin ne yaptığını anlamaya çalışırken, koca teknelerden birinin ardından bir yandan kürek çekip bir yandan bağıran genç adamın sözleri duyulmuş.

“Yapmayın, yazıktır. Aldığınız balıktan fazlasını da telef ediyorsunuz.”

Kaptanlardan biri cevaplamış

“Çekil git buradan, patlayınca alabora olacaksın.  kürek çekerek kaçamazsın. Git, belanı arama”

“Burada kalacağım. Patlatmayacaksınız”

Bu ağız dalaşı sürdükçe teknelerin kaptanları kızmaya başlamış. Tayfalar da bir an önce işlerini bitirip oradan uzaklaşmak istediklerinden bu inat eden sandalcıya söylenip duruyorlarmış.

Sandal oradayken patlamayı gerçekleştirmek kendi türlerinden birini öldürmek olacağından Kaptan cesaret edemese de sandalcıyla olan tartışmayı kaybetmek, tayfalarının gözünde onu düşürecek korkusuyla geri dönmeyi de göze alamıyormuş. Teknesini hırsla sandalın üzerine sürmüş o kadar hızlı olmuş ki her şey tayfalardan biri olan biteni anlayamazken dinamitlerden birini tekne ile sandalın arasına düşürmüş. Kaptan da, tayfalar da, olanları izleyen Atargatis de telaşlanmışken sandaldaki genç adam çok sakin duruyormuş. Atargatis teknelerin ikisini de alabora etmek üzere kuyruğunu savurmuş. Niyeti tüm mürettebatı denize gömüp sandalcıyı kurtarmakken denizdeki o dinamitin patlamasına sebep olmuş. İki teknede denizin dibini boylarken genç adamı kurtarıp yüzeye çıkarmış. Kurtarmış kurtarmasına ama genç adamın bir omzu ağır yaralanmışken diğer kolu omzundan kopmuş haldeymiş.

Sebep olduğu bu büyük hasardan duyduğu vicdan azabı ile ağlamaya başlamış Atargatis. Büyük aşkı Çobanın ölümünden sonra ilk kez göz yaşı dökmüş. Bu gözyaşlarından bir damla, gencin ağır yaralı omzuna düştüğünde kanaması durup balık kuyruğu şeklinde bir iz oluşmuş. Gözyaşlarını böyle bir gücü olduğundan haberdar değilmiş Tanrıça. Tek bildiği, öpücüğünün denizdeki yıkımları iyileştirdiği iken bu gücü bir insan için kullanıp kullanmamak için kendi içinde savaşmış. Sonunda genç adamın buna değer bir yaratık olduğuna karar verip diğer kolunu getirip birleştirmiş ve iyileştirici öpücüğü ile mühürlemiş.

Genç adamın iki kolu da eski haline geri dönmüş. Öpücüğün olduğu yerdeki Balık Puluna benzer pullar oluşmuş. O pullar ki; genç adamın göğsüne kadar ışıl ışıl yanan bir kalkan kadar büyükmüş.

Atargatis adamı kıyıya götürmesi için bir yunusa emanet edip, patlamanın hasarından etkilenen deniz canlılarına yardıma koşmuş. Ardından, yaralı da olsa kurtulan tüm mürettebatı denizin dibine göndererek cezalandırıldıklarından emin olup kıyıya genç adamın yanına gelmiş. Genç, gayet sağlıklı olarak ayakta karşılamış Atargatis’i, hayatını kurtardığı için ona teşekkürler edip patlamaya engel olamadığı için de gözyaşı dökmüş.

Tanrıça genç adamı sakinleştirip elinden geleni yaptığı için teşekkür ettikten sonra omzunu iyileştiren öpücük ile ilgili sırrı açıklamış.

“daha önce deniz canlıları dışında hiçbir yaratık Atargatis öpücüğü ile şifa bulmadı. Kıymetini bil genç adam. Öpücüğümün mührü pullar seninle olduğu sürece sana denizde ölüm yok.”

“Peki, karada?” diye sormuş genç adam

“Karada kaderine razı olcaksın” diye cevap vermis Tanrıça

“Öyleyse ölümsüzlüğümü denizi korumak için değerlendireceğim. Madem denizde bana ölüm yok, pulları koruyacağım, karada ölümden kaçınıp, zamanı geldiğinde de denizleri koruyarak yaşayacağım. Peki ya kuyruk şekli?” diye sormuş genç adam

“Bilmiyorum, ama derin denizlerin bilgesi Prudens’e soracağım. Yarın iskelede beni bekle diyerek” bilge kaplumbağa Prudens’e gidip olanları anlatmak üzere oradan ayrılmış.

Prudens o zaman denizin derinliklerine bakarak konuşmaya başlamış.

“Eyy Atargatis, güzel denizkızı, denizin koruyucusu güzel Tanrıça! Öpücüğün hayat verip onarır. Yüzyıllardır bizleri korudun, kolladın. İlk kez bir kara yaratığı için göz yaşı döktün. Senin öpüşün hayat ve denizde ölümsüzlük verir. O insan ki; hem öpücüğünle denizde ölümsüzlük kazandı hem de yüreğinden gelen göz yaşı ile nesli de sana bağlandı. O gencin nesli yetişkin olduğunda senin seçilmişin olduğunu gösteren bir işaret taşıyacak. Ne zamanki senin koruyup kolladıklarına o da sahip çıkacak, denizlerde ölümsüzlük şansı onlara da sunulacak. Bundan sonra yalnız değilsin Atargatis. İnsan ırkından  özel ve vicdanlı bir soy senin yardımcın olacak.”

Genç adam evine gittiğinde eşi telaşla oğlunun kolunda o gün oluşan kuyruk biçimli lekeyi anlattığında o gün yaşadıklarını anlatmaktan vazgeçmiş.  Omzundaki pullar ve lekenin tıpkı oğlunun kolunda beliren kuyruk lekesi gibi aniden ortaya çıktığını söyleyip erkenden uyumuş.

Ertesi sabah Atargatis iskeleye gittiğinde genç adamı heyecanla onu beklerken bulmuş. Genç adam telaşla evde olanları anlatmış.

Atargatis Prudens’in söylediklerini aktarmış.

“Kuyruk mührünü taşıyan neslin yetişkin olduğunda bir seçim yapacak Atargatis öpücüğünü taşıyıp taşımama konusunda kararını kendisi verecek. Korkmana gerek yok, sen de oğlunda sağlıklısınız.”

Böylelikle Atargatis öpücüğü ile kutsanmış genç adam koruyuculuk görevini sürdürmüş. Uzun yıllar geçip karadaki hayatından yorulduğunda da sandal ile denizin ortasında Atargatis’e seslenip kendisini ona teslim etmiş.

Rivayet olunur ki o gencin soyu yetişin olduklarında hep koruyuculuğu seçmiş ve pullarla mühürlenerek kutsanmış. Yorulup yaşlandıklarında da Atargatis’in kollarında denizin derinliklerinde yeni hayatlarına başlamış.

Hahahah ahahahah… Babamın sönük anlatışını bile nasıl heyecanla dinledin. Ben dedemin her gece anlattıkları ile nasıl etkilendim bir fikrin olmuştur sanırım delikanlı.

Sonraki Bölümü Oku

Bir Deniz Kızı Hikayesi      Bölüm 5- Atargatis’in Öpücüğü

Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 5- Atargatis’in Öpücüğü

Kendisinden daha önce böyle pullanmış ve sağlıkla yaşamış birinin olduğunu duymak içini rahatlatsa da bir yandan da “acaba” diyordu. Bu kadar az görülüyorsa, dedesinde de aynısından bulunan bir adamın teknesine bindiği günün akşamında bunun olması bulaşıcı bir hastalık belirtisi olabilir miydi? Belki de Koray ve ailesi ve daha birçok insan bağışıktı bu hastalığa. Şansına Ege tutulmuştu bu hastalığa. Olamaz mıydı yani?

İçi ürperdi, toparlanmaya karar verdi. Çok uç bir senaryo olsa bile gerçek olduğunu varsaysa bile madem bu kadar az bulunan bir durumdu şu an hayatta olmayan kader arkadaşı hakkında daha çok bilgi almalıydı.

-Hadi bakalım ben balığımızı hazırlayayım pişerken anlatırım sana. Çok havalı hikayesi vardır Atargatis öpücüğü’nün.

Boş gözlerle bakan gence yaklaşıp pullarını işaret ederek tamamladı sözlerini.

-Atargatis öpmüş seni delikanlı…

O gürültülü kahkahalarından birini atarak balığı alıp temizlemeye koyuldu.

-Ah Thessalonike ahh. Sen de beni bulup öpsene güzelim. Haha Haha Hahahaha……

Atargatis hakkında biraz bilgisi vardı. Evet ilk Denizkızı, Efsanevi Tanrıça Atargatis’i konuya meraklı herkesin bildiği kadar biliyordu, Atargatis’in öpücüğünü ise daha önce duymuş  ya da okumuşsa bile hatırlamıyordu.

Oturup telefonundan hızlı bir arama yaptı. Atargatis Öpücüğü

Bunu mu demek istediniz? Tanrıça Atargatis

Yeniden yazdı “Atargatis’in öpücüğü”

Bunu mu demek istediniz? Atargatis İlk Deniz Kızı, Atargatis efsanesi

Yeniden yazdı. Kiss of Atargatis

Did you mean this? Atargatis The Mermaid

“Vakit kaybı” diyerek telefonu kenara bıraktığında Kaptan balığı temizlemiş teknenin bir ucunda yer alan ızgarayı yakıyordu.

-Ben ne yapayım kaptan?

– Sen bize Deniz Kızı Eftalya’yı getir.

Kafası iyice allak bullak olmuştu. Kendi kendine kahkahalar atan, Thessalonike’ye ilan-ı aşk edip “deniz kızı eftelyayı getir” diye buyuran bu adamla denizin ortasında bir başına kalmaktan korkması gerekirken fazlasıyla sakin hissediyor oluşuna şaştı.

-Haha Hahah Hahaha. Meşhur bir rakı markasıdır o. Sizin yaşlar da ne içiyorsunuz bilmiyorum. Dolapta Eftelya olmasa da Yeni model bir şişe olacak. Sen onu al gel delikanlı.

-ha, haaa… Tamam Kaptan hemen.

Şişeyi aldı, filmlerdeki gibi çay bardakları ile içeriz herhalde diye düşünürken ışıldayan kadehleri bulup çıkardı. Dolapta gözüne ilişen domatesleri söğüş yapıp sabah kahvaltısında simitlerle bitiremedikleri peynirleri de yanına koyarak güvertedeki açılır kapanır mekanizmalı masaya özenle yerleştirdiğinde keyifli bir ziyafet hazırdı.

– Vayy vayy. Helal olsun. Böyle misafire bayılıyorum.

– Senin o kadar zahmetine karşılık benim yaptığım ne ki Kaptan? Başka ne lazım?

-Doldur bakalım kadehleri. Ateş kıvama geldi balığımızı koyuyorum şimdi.

Balığı Thessalonike’nin saçlarını okşarmışçasına yavaş ve nazik biçimde ızgaraya yerleştirdikten sonra küçük bir buzluktan buzları kapıp misafirinin yanına geldi. Yeniden girdiği ufak mutfaktan elinde ufak bir tabakta lakerda ve zeytinyağı ile döndü.

-Bak bu lakerdayı kendim yaparım. Kendime ve arada sırada gelen dostlarıma yetecek kadarını. İddialıyımdır da, böylesini en lüks yerde yiyemezsin.

Dolu kadehlerini kaldırdılar

“Thessalonike’ye içelim o zaman” dedi Kaptan:

“Thessalonike’ye” diye tekrarladı Ege.

İçtikten sonra üzerine zeytinyağı döktüğü pırıl pırıl lakerdanın tadına baktığında Kaptan’a gözleriyle teşekkür etti. Gerçekten severek yapılan her ürün gibi, sadece fiziken değil ruhen de doyum sağlayan böyle bir lakerda daha önce yememişti.

-Yaaaa, demiştim ama. Haha haha hahahaha övünmekte haklıyım değil mi?

-Offf ben böyle bir lezzet tatmadım! Of off off. Müsadenle bir lokma daha alacağım balığı beklemeden.

– Haha hahaha hahaha …… Afiyet olsun

Ege ağzındaki lakerdanın, uzun süredir beklediği sevgilisine kavuşur gibi rakı ile buluşması üzerine şiir bile yazabilirdi şu an. Vuslatın en değişik betimlemesi bu olur herhalde diye düşünerek keyiflendi.

Kaptan kocaman balığı bir tepsiye koyarak ufak masanın ortasına yerleştirdi. O ana kadar elinde kadehiyle ayakta duran Ege masanın bir tarafına, Kaptan ise karşısına oturdu.

-Eskiden daha çok çeşit olurdu. Şimdi “balık yedik” demek yetiyor. Ben senin yaşlarındayken bile balık çeşidi o kadar çoktu ki adıyla söylerdik. Şimdi zaten balık dedin mi üç beş taneden birini yemişsindir diye sorulmuyor bile. Dedemin gençliğinde ise daha da çokmuş çeşit. Masal anlatır gibi anlatırdı da biz inanmazdık. Şimdi ben anlatırken gençlerin inanmayan bakışlarını görünce anlıyorum ki haklıymış. Benim çocukluğumdaki balıkların bile bugün adı sanı kalmamışsa onun gençliğinde kim bilir deniz bize hangi nimetlerini sunuyordu?

Dedesinden bahsi açınca heyecanına engel olamadı Ege.

-Dedeniz de denizciymiş doğru mu anladım?

-Sizli bizli mi olduk şimdi? “Sen” de yeter. Tabii ki denizciydi, hatta ben kendime denizci demem. Dedem “Denizin kendisi benim” derdi bazen. Haha haha tabii kaçıncı dublede derdi bunu hatırlamıyorum ama derdi işte. “Ölünce beni denize atın. O beni besledi, ben de ölünce onu besleyeceğim” derdi. Balıklara borcunu ödeyecekmiş. Olmaz müsade etmezler filan diye itiraz ederdik, yeminler etirirdi hepimize kutsalı üzerine. Neyse zaten sezdi bizim beceremeyeceğimizi herhalde ki denizde veda etti bize.

-Nasıl yani?

– Tekneden düştü bir gün. Ben küçüktüm. Babam daha iyi hatırlıyor. Gözlerimizin önünde düştü. Ne yüzeye çıktı, ne de boğuştu. Babamla amcam peşinden atladı ama bulamadılar. Biz ümidi kesip aramayı bıraktık ama her gün haber bekledik. Arandı tarandı, velhasılı… resmi arama kurtarmadan da iyi bir haber gelmedi. Sembolik bir mezar yapıldı. Devletin, elalemin gönlü oldu, dedemin de gönlü oldu. İstediği gibi denizin koynunda kaldı.

-Mekanı Cennet olsun Kaptan.

-Cennetinde zaten

Kadehinden bir yudum daha alıp konuşmaya devam etti.

-Bence hüzünlü bir hikaye değil bu. Dedem isteğine kavuştu. Biz geride kalanlara burukluk bıraktı sadece. Ben mesela, o çocuk halimle çok kıskandım ve kızdım bile ona. Hayaline kavuşmak için bizi bıraktı diye bencillikle bile suçladım onu içten içe. Babam çok kızardı bana. Ölünün arkasından konuşulmazmış. O hikayeleri başına denizde bir iş gelirse biz üzülmeyelim diye anlatıyormuş dedem, ben neden duamı okuyup üzüleceğim yerde sinirleniyormuşum filan filan.

Bir tek amcam kızmazdı bana. Dedem düştüğünde kocaman bir kuyruğun onu aşağıya çektiğini, dedemin o anda nasıl gülümsediğini gördüğümü biz orada korku ve endişeden ağlarken onun gülerek denizin dibine indiğini anlatırken itiraz etmeden dinlerdi beni.

O kadar sabırla dinlerdi ki “sen de gördün değil mi amca” diye sorduğumda evet diyeceğini düşünürdüm.

Görmediğini; ama çocukların, yetişkinlerin göremediği mucizeleri görebildiğini ve benim gibi gönül gözü açık bir çocuğun dedemin mutlu olduğuna tanık olmasının normal olduğunu söyledi defalarca.

Zamanla ölmüş dedeme kızmayı, dev kuyruğu düşünmeyi, dedemin gülüşünü anlatmayı bıraktım. Hayat devam ediyordu.

Kaptan dedesinin ölümünü anlatırken bencil görünmemek için kendini tutuyor olsa da Atargatis’in öpücüğü ile ilgili birşeyler öğrenmek isteğiyle yanıp tutuşuyordu Ege.

-Hasta olmadan, acı çekmeden, hayallerindeki gibi kavuşmuş ölüme.

-Öyle tabii… Zaten onun hasta olup ölmesini beklemezdin tanısan. Sapasağlamdı derken abartmıyorum. Bir gün nezle/grip bile olduğunu hatırlamıyorum. Babam da anlatır; hava buz gibiyken denize girer çıkar saatlerce güvertede oyalanır, tayfanın dişleri birbirine çarparken o titremeyi bırak, üşüdüm bile demezmiş.  Havasını atardı tabii. “Beni Atargatis öptü, her derda devadır öpücüğü, sizin hastalıklarınız bana uğramaz” derdi.

-Atargatis öptü derken neyi kastediyordu sence Kaptan?  Ben hiç rastlamadım böyle bir efsaneye ya da hastalığa

-Rastlayamazsın. Bazı efsaneler vardır dilden dile aktarılır, heyecanı, aşıladığı umut ya da saldığı korku oranında popüler olur. Hatta kültürler arasında geçişlerle isimleri değişse de anahatları ile aynı kalır. Bazı hikayeler ise sadece belli insanlar tarafından bilinir, her yerde de anlatılmaz. Atargatis öpücüğünü Dedemden dinlerdim küçükken. Onun anlatışı ile babamın anlatımı arasında bile çok büyük farklılıklar vardı. Gayet sade ve heyecansız anlatırdı babam. Dedemin denize açıldığı gecelerde beni uyutabilmek için mecburen Atargatis öpücüğünü anlattığı zamanlardan bahsediyorum. Yoksa Dedem evdeyse her seferinde heyecanla ve farklı unsurlarla süsleyerek anlatan dedemle yarışamazdı babamın anlatımı. Neyse çok uzattım.

– Yoo lütfen Kaptan, keyifle ve merakla dinliyorum.

-Peki o zaman. Babamın anlatımı ile özetleyeyim önce. Hatta bak taklidini de yaparak anlatayım. Hahaha Haha Haha!

Sonraki Bölümü Oku

Bir Deniz Kızı Hikayesi          Bölüm 4- Efsaneler Aşkına

Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 4- Efsaneler Aşkına

Giyindi, telefonunu, cüzdanını toparlayıp, aşağıdaki fırından birkaç atıştırmalık alıp iskelede Koray Kaptanla buluştu.

Tekneye bindiler, Kaptan çayı demleyip bardakları hazırlarken denizde yenilen her lokmanın nasıl her derde deva olduğunu anlatıyordu. 40 derece ateşi olduğunda bile evde yatmaz gelir teknesinde şifa bulurmuş.

Kaptan’ı dinlerken arada sırada tişörtünün üstünden elleriyle pulların olduğu yere dokunuyor halen orada olduklarını ve bir sanrı olmadığını anlıyordu.

Çayları koyup karşılıklı oturdular. Ege’nin getirdiği simitleri yerken Kaptan dikkatli gözlerle genci süzüyordu.

– İyi misin? Rahatsızım dedin, biraz yorgun olabilir misin?

-Değilim aslında. Fiziki değil de… acayip rüyalar gördüm, insanın kafası yorgun olur ya uyanınca, öyle işte Kaptan.

– Anladım. Hayırlar olsun diyelim hahaha haha ha

Gereksiz kahkaha atan Kaptan’a nazikçe gülümseyerek eşlik etti.

-Bu rüya işi enteresan. Eski denizcilerin işi daha zormuş. Bilirsin bu denizciler yetersiz beslenmeden, güneş çarpmasından, sıla hasretinden, ateşli hastalıklardan muzdaripmiş. Onların bu acılı durumlarından ne kadar efsane çıkmış. Heyecanla dinliyoruz, hatta adamlar filmlerini yapıyor. Deniz kızları, hayalet gemiler, gemilere musallat olan eski kaptanların ruhları. Ohoooo… dünya kadar malzeme

-Hiç böyle düşünmemiştim. Vakit geçirmek için anlatılacak hikayeler uydurulmuş işte diye düşünüyor insan.

-Öyle tabii, kitap yok, olsa da okuyabilen yok. TV yok. Hikaye yaratmak o zamanların senaristliği. Ama bunların çıkış noktaları ya da ilham kaynakları muhtemelen hep tayfaların gördükleri sanrılardır.

-Sen gördün mü hiç Kaptan?

-Haha haha Haha. Ben ne gerçekler gördüm delikanlı, hiç sanrıya gerek kalmadı.

Adamın yerli yersiz attığı kahkahalar onu da neşelendirmiş, huzursuz halinden eser kalmamıştı.

-Açılalım mı biraz? Benim güzel kızım sevmez pek böyle demirli kalmayı.

-Şimdi mi?

-Evet. Neden olmasın? Daha iyi bir programın yoksa tabii, manitayla filan buluşacaksan başka zaman da olur.

-Yok manita filan da… size yük olmayayım. Siz açılmak istiyorsanız ben eşyalarımı alıp gideyim.

-Git artık demek için sormadım. Hakikaten beraber açılalım istiyorum. Yok istemem dersen otur, kahve içeceğiz daha.

Denizden korkar olduğunu o an farketti Ege. Yoksa başka bir zaman olsa böyle bir teklifi reddetmeyi asla düşünmezdi.

Korkmayı gururuna yediremediğinden, üstüne gitmeye karar verip Kaptan’ın teklifini kabul etti. Tekne usul usul denize açılırken korkusu azalıyor, özgüveni yerine geliyordu.

Elleriyle pullarına dokunurken bir yandan da ufka doğru denizle gökyüzünün kavuşmasını seyrediyordu.

Karadan uzaklaşıp denizin sakinliğinde huzur buldukça kendini daha keyifli hissetti.

-Kaptan, Thessalonike’yi bilir misin?

-Bilmez miyim hiç. Ahhh ahhh…Thessalonike güzel Thessalonike! Hiç karşıma çıkmadı nazlı prensesim. Ama bir gün çıkarsa diyeceğim ki Büyük iskender hala yaşıyor ve bizi yönetiyor. Böylelikle canımı bağışlayacak. Sonraaaa önünde diz çöküp aşkımı ilan edeceğim. Eyyy güzel Ege’nin dingin sularının duru prensesi! Ağabeyin İskender dünyanın, sense kalbimin fatihisin! Bir canım var o da senin kuyruğuna kurban olsun!

Kaptanın denize bağırarak yaptığı ilan-ı aşk üzerine ikisi de kahkalara boğuldu.

-Hadi delikanlı. Kahveleri yap gel

Kahveleri yaparken Thessalonike efsanesini düşündü. Büyük İskender genç yaşta öldüğünde kız kardeşi kendisini denize atarak boğulmak istemiş ancak ölmek yerine bir deniz kızına dönüşmüş. Rivayete göre bazen Ege’de gemilerin yolunu keser ve “İskender yaşıyor mu?” diye sorarmış. Sadece “evet yaşıyor ve hala hüküm sürüyor” diyenlerin canını bağışlarmış.

Adını da aldığı Ege ile ilgili olduğundan hep hoş bulduğu bu efsaneyi, Kaptan’ın bu kadar benimsemiş ve abisine sadık prensesi hayallerine kabul etmiş olmasını sempatik bulduğuna karar verdi.

“Neşeli ve hayat dolu bir adam bu Kaptan” diye düşündü.

Kahveleri beceriksizce taşıyarak Kaptan’ın yanına gittiğinde sohbeti daha da koyulaştırdılar. Dün Hakan’ın yalvarmasına rağmen anlatmadığı efsaneleri bugün kendiliğinden anlatıyordu Kaptan.

Atargatis’den Sirenlere kadar birçok örnek verdi. Farklı kültürlerdeki benzer ve farklı yönleri üzerine keyifli bir sohbet oldu. İskoçların Selkie’leri, Karayiplerin Aycayia’sı derken geçen saatlerde Kaptan’ın bilgisine hayran kaldı. Daha önce duymuş, okumuş olduğu efsaneleri detayı ile bilmenin yanında daha önce duymadığı bilgilere de sahipti bu neşeli Kaptan.

-Peki Çay Ninesi’ni duydun mu sen delikanlı? Ya da Su İyesi’ni?

– Çay ninesi mi? Yoo.

– Yaaa. Bak işte her kültürde var bu tip efsanevi karakterler. Çay Ninesi Azeri Efsanesidir, suyu kirletenin canına okur diye söylenir. Su iyesi de Türk Mitolojisi’nde Suyun Koruyucusudur. Bunlar daha az bilinir.

– Bu ikisini ilk defa duydum. Anlatsana

-Anlatırız onları da. Şimdi rızkımızı bulalım, balığımızı yakalayayım, sohbete öyle devam ederiz.

-Bu saatte, burada tutabilecek miyiz balık?

– Benim denizle anlaşmam var, ihtiyacım kadarını alır, geri kalanı korur kollarım. Deniz de bana kucak açar, karnımı doyurur. Su İyesi, Çay Ninesi değilsek de deniz abisi olabilirim. Haha haha Haha.

Hız kesip yavaşça ilerledikten sonra belirlediği noktada Sirene’yi tamamen durdurdu. Dalmaya hazırlanırken tişörtünü çıkarmış olan Ege’nin göbeğindeki şekle dikkatli baktıktan sonra gülümseyerek hiçbirşey söylemeden kendini deniz attı Kaptan. Gitmesinden bir dakika ancak geçmişken teknenin diğer tarafından yüzeye çıktı. Büyük balığı tekneye bırakıp elini uzatan gence tutunarak tekneye çıktı.

-Ne çabuk buluştun rızkınla kaptan?

-Söyledim sana! Bizim anlaşmamız var diye. Ha haha hahaha

Her an büyük kahkahalar koparan Kaptana hayretle bakıyordu.

Kaptan eline aldığı havluyla yüzünü kuruladıktan sonra gencin karnındaki şekle bakarak seslendi

-Bunlardan bir daha göreceğimi düşünmüyordum. Çok şanslıyım sanırım.

Ege şaşkınlıkla göbeğine sonra da Kaptana baktı. Gerçekten o izden bahsediyor olabilir miydi?

-Görmüş müydün daha önce?

-Aslında nadirdir, çoğu denizci de -sadece söylentiden ibarettir-der ama ben daha önce gördüm.

-Böyle leke cidden gördün mü daha önce?

-Leke mi?

-Sabah dedim ya hastayım biraz diye. Egzama filan gibi birşey mi, bulaşıcı bir durum olur mu diye istememiştim.

-Bulaştırmak mı? Haha Hahaha Hahaha. Ay sen çok yaşa. Ah keşke! İstesen de bulaştıramazsın.

Anlamamış gözlerle ellerini iki yana açmış ne olur bilgi ver dercesine yalvaran gözlerle bakıyordu Kaptana.

-Korkma korkma hastalık filan değil. Egzama da değil. Elbet ailende de vardır. Benim dedemde vardı mesela. Çok havalı bir denizciydi. Senelerce onlarla yaşadı. Ne birine bulaştırdı ne de kendisi hasta oldu.

-Kendisi ile tanışabilir miyim? Merak ettim ondaki görüntü nasıl?

Kaptan havluyu kenara bırakıp yaklaştı.

-Müsaade eder misin? Dokunabilir miyim?

Başıyla onayladı genç adam.

-Hmm… Aynısı sayılır. 3 pul. Renkleri seninkinden daha parlaktı. Böyle nasıl diyeyim… mücevher gibi parlardı adeta. Uzun da bir ömür sürdü Dedem. Denizde yaşadı, sevdiği denizde de bir tekne kazasında veda etti bize. Maalesef dedem aramızdan ayrılalı çok oluyor.

-Hasta filan değildi yani?

– Yok yahu ne hastalığı. Bir gün yoruldum dediğini bile duymadık. Dedemin pulları daha ufaktı. Böyle de söyleyince komik geliyor kulağa ama puldu işte ve gerçekten daha ufaktı. Sihirli bir balığın pulları yapışmış gibi görünürdü.

Sonraki Bölümü Oku

Bir Deniz Kızı Hikayesi          Bölüm 3 – Yitirilmiş Yadigarlar Aşkına

Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 3 – Yitirilmiş Yadigarlar Aşkına

Feryal’in yanında otururken artık ısınmış, hatta sıcaklamıştı. Güneş gökyüzünde tüm parlaklığı ile ışıldıyordu.

-Az önce kış vardı adeta, şimdi yaz geldi, hatta çöl sıcağı mübarek

– Sabahtan beri sıcak zaten, denize düşmenin şoku ile titredin sen

– O bulutlar filan, az önce bambaşka bir mevsimdi

Feryal, arkadaşını süzerek omzunu silkti ve ellindeki sayfaları okumaya koyuldu.

Az sonra ilk hedeflerinde demir attılar. Görevliler fotoğraf ve videolarını çekip numuneleri etiketlerken, gençler dalış ekipmanlarını hazırlamaya başladılar.

Ege kendisini gayet iyi hissediyordu. Dalış kıyafetlerini giyerken kuyruk biçimli lekesini göremediğinde yeniden gergin hissetti. Kafasında her yeri yoklayıp düştüğüne işaret eden herhangi bir şişlik bulamadığında anlık bir baş dönmesi ile sersemlemiş olabileceğine kanaat getirdi.  Gözlerini ovuşturup, sağına soluna iyice baksa da lekesini yerinde göremiyordu.

Hareketleri abartılı göründüğünden Kerem yanına gelerek sordu.

– Ağrın filan mı var?

-İyiyim, iyiyim. Bir sivri sinek kaşıntısı sadece. 2 dakikaya hazırım.

Acele ile hazırlıklarını tamamladıktan sonra hatıra fotoğraflarını çektirip denizin dibine daldılar. Bölgedeki çalışmayı tamamlayıp tekneye her çıktıklarında tekrar tekrar karnını yokluyor lekesini ya da ondan kalan silik de olsa bir iz görmeyi umarak sohbetlere katılmıyordu. Yemek esnasında da derin düşünceler içerisinde sessizliğini korudu. Hatta tekneden indikten sonra bir hastaneye gidip kafasını muayene ettirmeyi bile düşündü.

Tüm gün bir rüya mıydı, herkesi net görüp sadece kaç yıldır aynı yerde duran lekeyi görememesi mümkün müydü?

Günü tamamlayıp iskeleye döndüklerinde, yorgun ama mutlu ekip, mürettebat ve görevlilerle vedalaştıktan sonra, akşam yemeği ve kutlama için buluşmadan önce dinlenmek üzere evlerine dağıldılar.

Duşa girip uzun süre suyun altında lekesini görebilmeyi umdu. Telefonunda geçen yaz arkadaşları ile sahilde çektikleri fotoğrafları inceleyip çoğunda lekesinin göründüğünden emin oldu.

-Kafayı yiyorum!

Sesli söylenmesine güldükten sonra bir kahve alıp hazırlanmadan önce bir bölüm dizi seyretti ve vakit gelince hazırlanıp arkadaşlarıyla buluştu.

Yemek yedikleri mekanda pastayı kestikten sonra Ege’nin evine geçtiler. Covid 19 tedbirleri sebebiyle eğlence mekanlarında kutlama yapamayacaklarından sokağa çıkma yasağı başlamadan önce aralarında eğlendiler.

Annesi ile babası telefonda yeni yaşını kutlarken annesine kendisinden yadigar lekesini anlatmak istese de arkadaşları olduğundan fırsat bulamadı.

Arkadaşlarını yolcu ettikten sonra tüm dünyanın zombie istilasına uğradığı dizisinden bir bölüm daha izlerken uyuyakaldı.

Rüyasında Feryal Sirene’nin güvertesinde ona gülümserken aniden arkadan gelen bir zombie tarafından ısırıldığında çığlık atmaya çalışsa da sesi çıkmıyordu. Arkadaşının yanına gidip elleriyle boynundan fışkıran kanı durdurmaya çalıştı. Feryal gözlerini kapadığında bir yandan ağlarken bir yandan ondan uzaklaşması gerektiğini düşünüyordu. O sırada Feryal -ya da artık ondan geriye ne kaldıysa- gözlerini açıp, boğuk hırıltılarla Ege’nin başını elleri ile tuttu. Tüm gücü ile karşı koymaya çalışsa da bir türlü kurtulamıyordu. Boğuşurken ayağa kalkmayı başardı ancak başını Feryal’in ellerinden kurtaramıyordu. Yüzünü ısırmak için hamle yapan arkadaşından kurtulmak isterken geri adım attığında ikisi de denize düştüler.

Denizin karanlığında gözlerini açtığında ciğerleri tuzlu suyla dolmuş yanıyordu. Başını Zombie Feryal’den kurtarmış olduğunu fark edip yüzeye çıkmak için hamle yaptığı an karnında ani bir acı hissetti. Zombi, karnından kocaman bir ısırık almış ve kanlar deniz içinde kırmızının her tonunu barındıran bir gökkuşağı oluşturmuştu. Karnına bakığında kıpkırmızı bir boşluk, arkadaşına baktığında zombie yerine dağılmış saçları suda dans ederken aralanan kısımdan gülümseyen tanıdık bir başka kadın gördü. Ciğerleri patlayacakmış gibi hissettiğinden yüzeye çıkmak için yeniden hamle yaptığında bu kez ayağında hissettiği müthiş bir acıyla bağırdı. Denizin derinlikleri yerine salonda yüzmeye çalışırken koltuğun kenarına ayağını çarptığında kabusu sona erdi.  

Açık kalan TV’de dönen zombie hırıltılarını kapatıp, yüzünü yıkadı, odasına geçti. Üzerini çıkarıp serin yatağına kendini attı. Rüyasında karnında hissettiği acı kadar büyük olmasa da inceden sızlayan karnına ellerini götürdü. Muhtemelen yüzme çabaları esnasında bir yere vurduğunda oluşan sıyrıkları elleriyle hissetti. Islaklık olmadığına göre kanamıyor diye düşünüp gözlerini kapattı.

Sabah erkenden oldukça dinç şekilde uyandığında duşa girdi. Ne lekesini aradı, ne dünü düşündü. Havlusu ile mutfağa uğrayıp kahvesini alarak telefonundan haberleri ve sosyal medyayı tarayarak oyalandı.

Giyinmek üzere odasına geçip havludan kurtulduğunda, aynadaki görüntüye bakakaldı.

Dün kaybolan lekesinin yerinde garip şekiller, kabuksu bir tabaka vardı.

Dokunmaya korkarak önce aynaya yaklaşsa da sonra bunu yeterli görmeyip başını öne eğerek doğrudan karnının her yerini inceledi. Dün kaybolan lekenin yerinde denizin o eski mavi yeşil renginde üç iri pul duruyordu.

O kadar büyüktü ki pullar, balık pulu olduklarına hiç şüphesi yoktu. Nefes alış verişi hızlanmış, korkudan elleri titremeye başlamışken sonunda dokundu. Bulaşıcı bir hastalıksa, zaten kendi vücudunda olduğundan korkmasının bir faydası olmayacaktı.

Kenarlarının tıpkı balıklardaki gibi kalktığını, daha güçlü denese de yerlerinden kopmadıklarını hatta çok zorladığında ince bir sızı hissettiğini keşfetti.

Çalan telefonun sesi ile olduğu yerde zıpladığında yatağın üzerine attığı telefonun ekranında bilmediği bir numara yazıyordu.

Nefesini kontrol etmekte zorlandığı için açmamayı düşünse de telefon susup ısrarla yeniden ve yeniden çalınca sonunda yanıt verdi.

-Alo

-Alo Ege günaydın. Koray Ben, Nasılsın?

-Günaydın iyiyim… Koray mı dediniz?

-Koray evet…. Sirene’nin Kaptanı Koray.

-Haaa… Kaptan! Günaydın. Kusura bakma Koray deyince… Nasılsınız? Hayırdır?

– İyiyim sağol. Numaranı dünkü listelerden aldım. Kıyafetlerini bırakmışsın teknede. Onları hatırlatmak istedim. Hani yüzmeye karar verdiğinde üzerinde olan kıyafetlerin.

– A, evet, ben, ben onları unuttum orada. Kusura bakmayın.

– Ne kusuru delikanlı. Bugün programın yoksa gel, bir tekne kahvaltısı ederiz hem de eşyalarını alırsın.

-Programım yok ama şey… Biraz rahatsız gibiyim. Sonra alırım

– Rahatsızsan kesin gel, deniz havası her derde şifadır

 -Sizin işinize engel olmasaydım, ne zaman müsaitseniz uğrar alırım Kaptan.

-Şimdi müsaitim. Hadi iskelede bekliyorum

– Peki Kaptan. 20 dakikaya gelebilirim.

– Görüşürüz.

-Görüşürüz

Telefonu kapattığında kendisine hayret etti. Belki de bulaşıcı bir hastalığı vardı, o ise tekneye gidip zavallı bir denizciye bulaştıracaktı.

Sonraki Bölümü Oku

Bir Deniz Kızı Hikayesi        Bölüm 2 – Dev Balıklar Aşkına

Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 2 – Dev Balıklar Aşkına

Kaptan gözleri belirsiz bir noktaya dikili şekilde hareketsiz anlatmaya devam etti.

-Defterde Kaptan Hell’in adını gördüğümde gözlerime inanamadım. Sirene’nin ilk kaptanıdır Hell. Kırmızı mürekkeple yazılı notlarını okumaya çalıştığımda yazılar bulanıklaşıyor, ben sayfaları çevirerek okunabilir bir yer bulmaya çalışıyordum. Orta sayfalarda bir ürperti hissettim ve sayfanın arasında sıkışmış Kaptan Hell’in ruhunun çıkışıylaaaaaa….. hahahahahaha

-Kaptan ….Kaptan! Kafan güzel diye arayacaktım Kenan Bey’i.

-Hahahaha hahaha. Beklemiyordunuz! Ege senin yüz ifadeni fotoğraflamak isterdim. Kaptan Hell diyene kadar hahaha hahaha. Hell diyene kadar haha haha hahahah o zamana kadar dikkatle dinledin. Hahaha hahah Hell’i duyunca; ulan bu deli bizi yolda denize atmasın diye geçirdin içinden değil mi? Haha hahaha

-Ne yalan söyleyeyim kaptan, iyi oynadın. Mistik hikayeyi değil ama deliyi oynadın yani.

-Siz istediniz. Hikaye de hikaye! Sirene’nin Tuzla’da yapılmış olması benim kızımın değerini azaltmıyor. İlla bir hayaleti mi olmalı? Kaç kişiyi güvenle taşıdı hayalete filan dönüştürmeden.

“Eyvallah Kaptan! Kusura bakma Sirene’ye haksızlık etmemeliydik.” dedi Hakan

-“Kaptan Hell’e de” diyerek güldü Ege

Gülümseyerek karşılık veren Kaptan, sonrasında ciddileşerek devam etti.

-Başkalarının hikayelerine fazla anlam yüklüyoruz gençler. Gerçekte herkesin, her nesnenin, her ismin bir hikayesi var. Sorgularsak hepimizin vardır. Ailemizin bize verdiği isimlerin, ilk arabalarımızın, yara izlerinin, evimizdeki kenarı kırık çerçevenin, hepsinin ama hepsinin hikayesi vardır. O hikayeyi nasıl anlattığın ise senin yeteneğindir. Kendi hikayelerinize odaklanıp bulursanızzz….

Bu esnada Hakan’a dönerek anlatmaya devam etti:

-Manitalara anlatacak kendi hikayelerini keşfedersin Hakancım.

Hakan gülümsedi ve kalbinin üstünde zafer işareti yaparak yanıtladı

-Tamam Kaptan anlaşıldı! O iş bende.

Çay bardağını kaldırıp Hakan’ın gelecekteki sevgililerinin şerefine birer yudum çay içtikten sonra Kaptan yerine geri döndü.

Kıyıdan oldukça uzaklaşmışlarken adeta mevsim değişmiş, ilkbahardan sonbahara dönmüştü. Feryal, Ege’nin yanına gelip havanın bozulması hakkında söylenirken denizden gelen garip bir ses işitti.

-Duydun mu sen de?

-Neyi Feryal?

-Sesi duymadın mı?

– Ne oldu, gök gürültüsü mü?

– Hayır daha zayıf, sanki yunus sesi gibi

-Duymadım

-Bak yine geldi!

– Yoooo, kulakların çınlıyor olmasın.

Feryal gözlerini devirerek kızgınlıkla küçümseme arasında bir bakış fırlattı arkadaşına. Denize yanaşarak güverteden aşağı, teknenin dibine doğru baktı. Kafasını kaldırıp Ege’ye dönerken yeniden ses duymuş gibi aniden geri döndü ve aşağıya doğru sarktı

-Dur kızım düşeceksin!

Tam cümlesini bitirmişti ki büyük bir su sesi ile Feryal’in aşağı düştüğünü gördü. Hemen atılıp boşa bir tutma çabası gösterse de, Feryal’i görmek şöyle dursun, her şey o kadar ani gerçekleşmişti ki balina kuyruğunu andıran dev bir kuyruk gördüğünü bile düşündü.

Birkaç saniye bekledi, sonuçta Feryal Milli Yüzücüydü. Kafasını filan da vurmadığına, bizim denizlerimiz de de dev yırtıcı balıklar bulunmadığına göre… elbette çıkacaktı.

Denize bakarken bir yandan bağırıyordu.

-Kaptan Duuurrr. Feryal düştü. Feryal düştüüüüü!

Diğer yana bakma gereği duymadan kendini denize bıraktı.  Arkadaşı düşerken kafasını vurmuş ya da sersemlemişse, saniyelerin bile önemi vardı.

Etrafına bakınırken, arkadaşının dağılmış saçları ile ilerideki kayanın ardından kendisine baktığını gördü. Baygın mıydı, yoksa kendine gelmiş ama bir kramp veya benzeri bir sorunla mı boğuşuyordu anlayamasa da ona doğru hızla ilerledi. Yaklaştığında gözleri kararıp görüşü o kadar bulanıklaşmıştı ki suda uçuşan saçlar arasında tanımadığı bir yüzün kendisine gülümsediğini sandı.

Son bir güçle ona doğru ilerlemeye çalışsa da gözleri artık hiçbir şey seçemeyecek hale geldiğinden paniğe kapılıyordu. O anda inen zifiri karanlıkla bir şey göremiyor, ciğerleri oksijensizliğe isyan ediyorken bilinci tamamen kapandı.

Gözlerini yeniden açtığında, yüzeyde buldu kendini. Hakan ve Kerem gürültülü şekilde dalga geçerek ona sesleniyor, Feryal kızgın şekilde kollarını kavuşturmuş ayıplayan gözlerle bakıyordu.

Mürettebattan biri tekneye çıkmasına yardım ederken iki devlet görevlisi yan gözle ona bakarak aralarında hararetli bir tartışma sürdürüyorlardı. Arkadaşlarının söylediklerini anlayabiliyor ama inanılmaz bir titreme ile dişleri birbirine çarparken konuşamıyordu. Verdikleri havluyu alıp neler olduğunu anlamaya çalıştı.

Hakan cevap alamadıkça aynı sözleri tekrarlamaya devam ediyordu.

-Heyy! Paşaammm, sana diyorum. Bu senin şahsi motoryatın mı? Serinlemeye mi geldin acaba?

Cevap veremeyecek kadar titrediğinden, yardım isteyen gözlerle Feryal’e baktı.

Feryal, cık cık sesleri çıkararak halen kolları göğsünün üstünde kızgınlığını belli ediyordu. O anda arkadaşının kuru olduğunu görünce kafasının yerinde olmadığını düşünerek endişelendi.

Titremesi geçmemişti, iki devlet görevlisinden genç olanı yanlarına yaklaştı.

-Ege Bey, yaptığınız şey hem programımızı geciktirebilecek hem de tehlikeli bir hareketti. Lütfen tekrarlanmasın. Vazifemizin ilk noktasına varmadan hepimiz teknede kalacağız. Bir mücadele için buradayız ve sizlerin yardımını da toplumsal bilinci arttırmak için kabul ettik. Bizi de, arkadaşlarınızı da, bu programı da zora sokmayınız!

Kafasını aşağı yukarı sallayarak onayladı. Havluya daha sıkı sarınırken “çantam” diyebildi.

Feryal’in ona uzattığı sırt çantasını alıp üzerindeki ıslak kıyafetleri değiştirmek üzere Kaptan’ın işaret ettiği kapıdan içeri girdi.

Kendini içeri atar atmaz ıslak kıyafetlerinden kurtuldu. Kamarada bulunan rafta üst üste yığılı havlulardan kuru bir tane alıp çıplak bedenini tamamen kurutmaya ve ısınmaya çalıştı.

Çenesinin birbirine çarpması azalmıştı ama halen içi üşüyor, düşüncelerini toparlayamıyordu. Sarhoş rüyası gibiydi her şey. Feryal düşmemişse kendisi nasıl denize düşmüştü, arkadaşlarının söylediği gibi yüzmek için mi girmişti yoksa?

Kamaranın kapısında ufak bir tıklama sesi duyunca araladığı kapıda dumanı üstünde bir kupa uzatan Kaptan’ı karşısında buldu.

-Buraların suyu soğuktur. İç, ısınırsın.

-tete-teşekkür ederim-im

-Yeniden yüzmeyecekseniz yola çıkalım mı Ege Bey, Motoru soğutmayayım. Haha haha haha…

Arkasını dönüp Kaptan köşküne doğru ilerlerken abartılı kahkasını kesik kesik devam ettiriyordu.

Motor sesini duyduğunda çayını yudumlarken, içine bir sıcaklık yayılmış, dili çözülmüştü.

Hızla yedek kıyafetlerini giyinip güverteye Feryal’in yanına gitti. Yine elindeki raporlara gömülmüş tek başına oturuyordu.

-Kurulanmışsın

– Feryal, Ben nereden girdim denize?

– Atladın! Bu ne sorumsuzluk çocuk gibi. Parti teknesinde miyiz, sana yakıştı mı?

-Özür dilerim, yüzmek değildi niyetim. Sen, sen…. denize düşmedin mi?

– Denize düşmek mi? Kafanı mı çarptın atlarken?

– Soğuktan saçmalıyorum kusura bakma

-Kusura bakıyorum Ege! Senden beklemezdim, hayal kırıklığına uğradım. Ya görevliler “bu adamların sorumluluğunu alamayız geri dönüyoruz” deseydi?

Arkadaşının şaka yapmadığını, kırgınlığı ve kızgınlığının hakiki olduğunu anladığında toparladı.

-Haklısın. Aslında ben de onu söyleyecektim. Ben yüzmeye atlamadım. Düştüm! Bildiğin düştüm.

Feryal’in inanmaz bakışlarına karşılık açıklamaya devam etti.

-Düştüm işte! De… şimdi bu adam daha güvertede sağlam duramıyor nasıl yardımı olacak derler diye bozuntuya vermedim. Yüzmek isteyen şımarık olduğumu düşünmeleri sayesinde uyarı ile yırttık işte.

-Ciddi misin sen?

-Tabii ciddiyim. Benden bekler misin hiç, yüzeyim geleyim diye bir şımarıklık?

-Ben de yakıştıramadım daaa… Kızmayayım diye mi böyle söylüyorsun?

-Vallahi yüzmeye atlamadım!

Yüzünden yalanı yakalamaya çalışır bir halde tereddütlü gözlerle süzüyordu Feryal arkadaşını. Ege’nin yüzündeki yorgun ve şaşkın ifadeden emin olduktan sonra oturduğu yerde yanını işaret etti. Oturduğunda elini omzuna koyup arkadaşının gönlünü aldı.

-Geçmiş olsun, kusura bakma. Şimdilik aramızda kalsın. Hakan’la Kerem’e sonra söylersin. Görev zamanı karıştırmayalım ortamı.

-Söylemeyeceğim. Alay ederler…. Eee sen ne yaptın?

– Aynı işte. Yeni raporlara bakıp bakıp içimi karartmaktan sıkıldım. Eski bazı makaleler bulmuştum, onları karıştırdım.

Okuduğu makalelerden edindiği bilgileri paylaşan Feryal’i dinlermiş gibi yapan genç adamın aklında denizde gördüğü gülümseyen yüz vardı.

Sonraki Bölümü Oku

Bir Deniz Kızı Hikayesi        Bölüm 1 – Denizler Aşkına

Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 1 – Denizler Aşkına

21. doğum gününün sabahı yataktan fırlayıp hızlı bir duş aldıktan sonra her sabah yaptığı gibi giyinmeden önce göbek deliğinin sağ yanında bulunan lekesine aynada bir kez daha baktı.

15 yaşında beliren, deniz kenarında, okulda soyunma odalarında ergenlik çağındaki arkadaşlarının dalga konusu olmaktan başka bir işe yaramayan bu lekeden önceleri nefret ederdi. Farklı olmanın kusur sayıldığı yaşları atlattığında ise kendisi ile birlikte büyüyen bu kuyruk imgesini sevmeye, hatta bu doğal dövmenin kusursuz şeklinden gurur duymaya başladı.

Annesinde de birebir aynısı bulunan bu lekeyi “havalı bir detay” olarak görüyor, sevgililerine aile yadigarı diye anlatırken asil bir kraliyet tacını taşır gibi bir tavır takınmadan edemiyordu.

Giyinip, atıştırdıktan sonra sokağa fırladı. Arkadaşları ile sahilde buluşarak şu sıralar gündemi meşgul eden Musilaj temizleme çalışmalarına gönüllü destek veren bir ekibe katılacaklardı.

Feryal, Hakan ve Kerem’le buluştuğunda Covid belasının yeni düzeninde öpüşmek/sarışmak gibi aktiviteleri unutmuş olduklarından arkadaşları ile son zamanlarda alıştıkları üzere yumruk tokuşturdu.

4 arkadaş, elinde listeleri ve simsiyah güneş gözlükleri ile sahilde etrafındaki insanlara laf anlatmaya uğraşan Kenan Bey’in yanına gittiler.

“Günaydın Feryal, Sirene teknesi sizi bekleyecek. 3 mürettebat 2 belediye görevlisi bindiler sizi de alıp açılacaklar. Lütfen şu diğer teknelerin ekiplerini oluşturmama yardım et. Bunları sen al” diyerek elindeki sayfalardan birkaçını Feryal’e uzattı.

-Her sayfanın başında tekne ismi ve mürettebat ile devlet görevlilerinin isimleri var. Kaç STK üyesi ekleneceğini görebilirsin. Hangi tekneye kimi eklediysen isim soyad yazıp imzalarını aldıktan sonra resimlerini whatsapp grubuna gönderip orjinalleri bana teslim edersen teknenize geçebilirsiniz.

Kenan Bey’den listeleri alan Feryal arkadaşlarına döndü:

-Siz geçin, ben diğer teknelerin organizasyonuna yardım edip geleyim

Hakan ve Kerem itiraz etmeden üzerinde havalı bir deniz kızı resmi bulunan Sirene’ye giderken, Ege Feryal’le kalmayı tercih etti.

-Hemen kalkacak mı? diye sordu gençlerden biri safça

-Aksaray dolmuşu mu bu dostum? Listedeki herkes teknede ise, açılabilirsiniz.

Denize ilk açılan olabilmek için adını yazdırmış olanlar teknelerine doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladığında gülmeden edemedi Feryal

– Kalkıyor… kalkıyorrr diye bağırsak, kargaşa daha çabuk bitecekmiş!

Listeleri Kenan Bey’e teslim ettikten sonra hızlıca kendi teknelerine ilerlediler.

Sahildeki ekipler ve onlara yardımcı olan gönüllülere ek olarak bu teknelerle bazı koyların sahil ve açık kesimlerindeki yığılmaları temizleme işi yapılacağından bunlara eşlik edecek gönüllüler arasında olmak için profesyonel yüzücü veya dalgıç olmak gerekiyordu.

Hakan ve Kerem, çoktan Sirene’nin Kaptanı ile sohbete başlamış hararetle dalış anılarını anlatırken adam onları ilgiyle dinliyordu.

Belediyeden gelen iki yetkili ile tanıştılar. Aralarında hafif bir soğukluk olsa da; bunun devlet memurlarının STK’lara ve özellikle Çevre ile ilgili gönüllülere gizli bir provakasyon niyetinde oldukları şüphesiyle mesafeli olmak zorunda hissetmelerinin sonucu olduğunu düşünmeden edemedi. Bu iki yetkiliden biri numuneler alarak fotoğraf ve video kaydedecek, diğeri ise yüzey temizliği yapan hortumlu aleti idare edecekti. Denizin içi, dibi kaptan ve bu 4 arkadaşa aitti.  

Planın üzerinden geçtikten sonra tekne hareket etti. Mürettebattan genç olanı termosla kağıt bardakları getirerek çay ikram ettiğinde Kaptan da onlara katıldı. Feryal elindeki bir raporu okumayı tercih ederken Kerem teknenin bir ucunda telefonuyla çekimler yapıyor, Hakan ve Ege ise Kaptanla çay içerken ayak üstü konuşuyorlardı.

– Normalde ne yapar Sirene ve Kaptanı?

– Aşk yaşar…

– “Oooo! Mürettebatın olayım”

– Denize aşık herkese güvertemiz açık Hakancığım.

– Yok mu şöyle havalı hikayeler? Dönüşte ortamlarda anlatalım, havamız olsun.

– Belli olmaz, bakarsın bugün kendi havalı hikayen olur

Ege sordu bu kez gülümseyerek

-Var mı Sirene’nin hikayesi? Nerede kim tarafından yapılmış, nereleri gezmiş, gizemli olaylar filan?

Kaptanın yüz ifadesi anında değişti. Soruyu duymamış gibi yüzünü denize doğru çevirip elleriyle sakalını okşamaya başladı. Geçen sessiz saniyelerden rahatsız olmuş olacak ki Ege söze girdi.

– Niyetim dalga geçmek değil. Hani hikayeler oluyor denizciler arasında diye öylesine sordum ben. Kusura bakmayın.

-Yok genç adam. Dalga geçtiğini düşünmedim de…. Sen öyle birden sorunca, tesadüfün büyüklüğüne şaşırdım diyelim.

– “Nasıl yani, ne tesadüfü?” diye sordu Hakan.

– Nasıl yaniii…Biraz garip, hatta çok garip! Sabaha karşı daha mürettebat gelmeden kalktım, hazırlık son kontroller derken; baktım güvertede oltalardan biri açık kalmış.

Konuşmayı kesip uzun bir ara verince, Hakan sabırsızlanmaya başladığından sordu.

-Yani? Balıkçı bir hayalet olta mı atmış?

Kahkaha atarak soran Hakan’a ters bir bakış atıp, sakalını karıştırmayı bırakarak devam etti konuşmaya

-Kim atmış bırakmış bilmem, dün sarhoş kafayla ben unutmuşumdur belki de. Oltayı çekmeye başladığımda ucunda ağırlık hisettim. Rüyadayım sandım. Çünkü oltanın ucunda kafatası biçiminde oyulmuş ahşap bir kutu ve anahtar deliğinde kemik şeklinde bir anahtar vardı. Anahtarı usulca çevirdim, içerisinden eski bir pusula, deri kaplı bir defter ve bir de tüy kalem çıktı.

-Ya… kaptan dalga geçmene gerek yok!

Sözünün kesilmesine sinirlenen kaptan, yüzünü Hakan’ın yüzüne yanaştırıp devam etti.

-Hiç o kadar korktuğumu hatırlamıyorum gençler. Ben ki, Sirene ile fırtınalar atlattım, akıntılarla boğuştum… Böyle bir ürperti yaşamadım.

Hikayeden çok Covid 19 un dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemde yeni tanıştığı bir adamın burnunun dibinde tüm mikrobiyel ve virütik yükünü kendisine sunmasından ürken Hakan alttan aldı.

-Sonra ne oldu?

Sonraki Bölümü Oku

Bir Deniz Kızı Hikayesi

Bir Deniz Kızı Hikayesi

  • Bir Deniz Kızı Hikayesi
    Başkalarının hikayelerine fazla anlam yüklüyoruz. Gerçekte herkesin, her nesnenin, her ismin bir hikayesi var. Sorgularsak hepimizin vardır; ailemizin bize verdiği isimlerin, ilk arabalarımızın, yara izlerinin, evimizdeki kenarı kırık çerçevenin, hepsinin ama hepsinin… O hikayeyi nasıl anlattığımız ise bizim yeteneğimizdir. Kendimizinkine odaklanıp bulsaydık eğer, hiç şüphesiz daha keyifli olurdu hayatlarımız.
Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 1 – Denizler Aşkına
Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 2 – Dev Balıklar Aşkına
Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 3 – Yitirilmiş Yadigarlar Aşkına
Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 4- Efsaneler Aşkına
Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 5- Atargatis’in Öpücüğü
Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 6- Geçmişin Fısıltıları
Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 7 – Mühür
Bir Deniz Kızı Hikayesi Bölüm 8 – Final